Allah’ın Dünyada Yarattığı Güzellikleri Görebilmek Derin İman Gerektirir

Pek çok insana sorulacak olunsa, dünya hayatı hakkında söyleyecekleri sözlerin aşağı yukarı aynı olduğu görülür. Genelde çoğu kimse, hayatı belirli bir monotonluk içerisinde tasvir eder. Yaşamın, rutin gelişmelerden ve klasik beklentilerden ibaret olduğunu söyler. Nitekim kendi yaşamlarına bakış açıları da, aynı bu anlattıkları gibidir. Yaşadıkları eksikliklere de, güzelliklere de alışkanlık gözüyle bakar; iyi ya da kötü olsun, hemen herşeye hızla uyum sağlarlar. Hayatlarına giren güzellikler, yenilikler ya da iyilikler karşısındaki heyecanlarını adeta yitirmiş gibidirler. Tüm bunları, hayatın doğal akışı içerisinde, zaten olması gereken, sıradan gelişmeler olarak nitelendirirler. Bu nedenle de, bunlardaki olağanüstülükleri ve sıradışı güzellikleri fark edemezler.
  Sonsuz rahmet sahibi olan Allah böyle kimselerin durumunu bir ayette şöyle haber vermiştir:
“İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezalandırılacaksınız.”” (Ahkaf Suresi, 20)
Allah, kendileri için yaratılan onlarca güzelliğe, iyiliğe, neşe ve sevinç verici olaya, ülfet ve gafletle bakan ve bunlardan etkilenmeyen kimseler için ahirette de güzel bir karşılık olmayacağını bildirmiştir.

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Tüm Nimetlerin İnsana Yüce Rabbimiz’in İhsanı Olduğunu Çok Hikmetli Sözlerle Açıklamıştır:guzellikler1

Eserlerindeki derin imani tefekkürleri ve hikmetli anlatımları ile iman edenlere yol gösteren büyük İslam alimi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Rabbimiz’in benzersiz isimlerinden “Rahman ve Rahim” sıfatlarını bir örnekle açıklayarak, Allah’ın kulları üzerindeki lütfunu şöyle hatırlatmıştır:
“Hikmet ve adl içindeki “Rahmanirrahim” ve “Hak” azami (en geniş) bir dairede görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler (değişik gruplar) bulunduğunu farz ediyoruz ki: Her bir taife (grup) beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istîmal edeceği (rahatlıkla kullanabileceği) silâhları ayrı ve mizacına (yapısına) deva olacak ilâçları ayrı oldukları halde; bütün o dörtyüz taife (grup), ayrı ayrı, takım bölük tefrik edilmiyerek (ayrımı gözetmeden), belki birbirine karışık olduğu halde, onları kemal-i (mükemmel) şefkat ve merhametinden ve harikulâde iktidarından (kudretinden) ve mu’cizane ilim ve ihatasından (gözetiminden) ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz (eşi benzeri görülmemiş) bir tek padişah, onların hiçbirini şaşırmıyarak, hiçbirini unutmayarak, bütün ayrı ayrı onlara lâyık (uygun) elbise, erzak, ilâç ve silahlarını muinsiz olarak (yardımcısı bulunmaksızın) bizzat kendisi verse; o zatın acaba ne kadar muktedir (kudretli), müşfik, âdil, kerîm (kerem sahibi) bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü: Bir taburda on milletten efrad (fertler) bulunsa, onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek (donatmak) çok müşkül (zor) olduğundan; bilmecburiye (mecburen) ne cinsten (hangi milletten) olursa olsun, bir tarzda (tek tip üzere) teçhiz edilir (donatılır). (Gençlik Rehberi, s.127)

Müminler Allah’ın Yarattığı Her Nimete Şükrederler

Müminlerin dünya hayatına bakış açıları, olaylara adeta bir uyku perdesinin ardından bakan bazı insanlarınkinden tamamen farklıdır. İman edenler için dünya hayatı, her saniyesi birbirinden detaylı sürprizlerle, iyiliklerle, güzelliklerle, hayır ve hikmetlerle dolu bir yaşamdır. Allah’ın sonsuz güzel ahlakının ve eşsiz üstünlükteki sıfatlarının tecellilerinin hayatın her yanını sarmış olması, müminlerin, her anlarını derin bir heyecan ve coşku içerisinde yaşamalarına neden olur. Her an, Allah’ın kendileri için yarattığı bir başka güzelliği fark etmenin, Allah’ın rahmetinin tecellilerini görmenin neşesini ve sevincini tadarlar.
Bu, iman etmeyenlerin hiç bilmedikleri ve mahrum oldukları çok büyük bir dünya nimetidir. Allah her an, insan için, ancak akılla, imanla ve vicdanla fark edilebilecek birbirinden güzel ve detaylı sürpriz güzellikler yaratır. Ancak iman gözüyle bakan kimselerin görebileceği bu olaylar ile, Allah kullarına sıcak ve yakın takibini hissettirir.guzellikler2
Bu yakınlığı hissetmek, mümin için çok büyük bir haz ve büyük bir lütuftur. Bazen insanın aklından geçen günlük ve sıradan gibi görünen bir olayın gerçekleşmesi; bazen dua ile istediği bir güzelliği, hiç tahmin edemeyeceği şekilde karşısında bulması; güzel tevafuklarla karşılaşması, insan için çok büyük nimet, tefekkür ve Allah’a yakınlaşma vesileleridir.
Kimi insanlar çok fazla nimet ve güzellikler içerisinde yaşadıkları halde, bu nimetlerin Rabbimiz’in kendilerine bir ihsanı olduğunu gereği gibi düşünmezler. Oysa ki sonsuz merhamet sahibi olan, çok esirgeyen, çok bağışlayan Rabbimiz kulları için lütfetmekte, onları sayısız rızık, güzellik ve konfor yaratmaktadır. Bazı insanlar ise, bu nimetlerin var olmasını ve kendisine sunulmuş olmasını, gaflet hali içerisinde sıradan bir olay gibi görür. Bu nimetler elinden gidene kadar da, bunların birer lütuf olduğunu fark etmez.

Allah’ın Yakın Takibinin Şuurunda Olmak İmani Neşeye ve Coşkuya Vesile Olur

Allah Kuran ile, insanlar üzerindeki sonsuz rahmetini; iman edenlerin mutlak dostu ve yardımcısı olduğunu; ve samimi duaya kesin olarak karşılık vereceğini kullarına bildirmiştir. Dolayısıyla inanan bir kimse, zaten hayatı boyunca Allah’ın kendisi için yarattığı rahmet tecellilerinin daimi olarak şuurundadır. Sıkıntı ya da zorluklarla bile karşılaşsa, tüm bunların kendisi için özel yaratılan güzellikler olduğunu bilir. Ancak Allah, bu konuda bu kadar kesin ve sağlam bir inanca sahip olan bir kimsenin dahi ülfetini kıracak, onu hayrete düşürecek ve şahit olduğu olağanüstü yaratılış karşısında büyük bir iman coşkusuna kapılmasını sağlayacak özel tevafuklar, güzellikler ve detaylar yaratır. Mümin, bu olayların her birinde, Allah’ın sonsuz rahmetinin, sonsuz sevgisinin, kullarına olan yakınlığının ve sıcak bağlantısının tecellilerini görmenin verdiği derin heyecan ve hazları tadar. Tüm ruhu ve bedeni, Allah aşkı, Allah sevgisi ve tutkusu ile kaplanır. Allah’ın sonsuz kudretini, Rabbimiz’in herşeye Kadir, sonsuz seven ve sonsuz merhametli olduğunun tecellilerini gördükçe, Allah’a olan yakınlığı daha da artar.
Fakat müminin böyle bir iman coşkusu yaşaması için, illaki çok büyük olaylara şahit olmasına ya da çok benzersiz nimetlerle karşılaşmasına gerek yoktur. Bazen çok sıradan, ama çok arzulanan bir şeyin, tam akıldan geçtiği anda kişinin karşısına çıkması; bazen merak ettiği bir konunun cevabının, tam o anda kendisine duyurulması ya da bir an için canının çektiği bir yiyeceğin dahi hiç umulmadık şekilde kendisine ikram edilmesi gibi, küçük ve önemsiz görünen olaylar da gerçekleşebilir. Olayların kendisi belki ehemmiyetsizdir; ancak yaratılan bu tevafukların mümin için taşıdığı mana çok büyüktür. Tüm bunlar, Allah’ın sonsuz hakimiyetinin, sonsuz şefkatinin, her an kullarıyla birlikte olan, herşeyi gören, herşeyi bilen ve duyan olduğunun birer tecellisidir. Ve bu detayların her biri Allah’ın, Kendisi’ni çok büyük bir aşk ve tutkuyla seven kullarına olan yakınlığını onlara hissettirmek için yarattığı sürpriz güzelliklerdir. Ve işte bu büyük gerçeğe şahit olmak da, müminler için çok derin heyecanlar oluşturarak  Allah’a yakınlığı artırır. Rabbimiz’in kulları üzerindeki rahmeti ve onlara yakınlığı bir ayette şöyle haber verilmiştir:guzellikler3
“Kullarım Beni sana soracak olursa, muhakkak ki Ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm. Öyleyse, onlar da Benim çağrıma cevap versinler ve Bana iman etsinler. Umulur ki irşad (doğru yolu bulmuş) olurlar.” (Bakara Suresi, 186)
Yüce Rabbimiz’in lütfuna, merhametine, nimetine ve yakınlığına karşı nankörlük etmek, dünyada ve ahirette karşılığından çok sakınılması gereken bir ahlak bozukluğudur. Allah insanın yegane dostu, tek yardımcısı ve koruyucusu, sığınıp yardım dileyebileceği tek Varlık’tır. Var olduğu andan itibaren insanı hayatta tutan, an an onu koruyup kollayan, sevgisinin merhametinin tecellilerini gösteren, nimetlendiren, rızıklandıran yalnızca Rahman ve Rahim olan Allah’tır. Bu nedenle bu apaçık gerçekleri görmezden gelmek, elbette ki Allah’ın azabıyla karşılık bulabilir. Allah Kuran’da insanları bu gerçek ile uyarmış, nimetine şükreden kullarını da sürekli artan nimetleriyle müjdelemiştir:
“Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir.” (İbrahim Suresi, 7)

Derin Düşünmeyen İnsanların Yüksek İdealleri Olamaz

Düşünme yeteneği, insana dünya hayatında verilen en büyük nimetlerden biridir. Çünkü insan, ancak düşünerek Allah’ın sonsuz gücünün, kainattaki kusursuz sanatının farkına varır. Yalnızca düşünen bir insan dünya üzerindeki her ayrıntının pek çok hikmetle yaratıldığını, ölümün yakın olduğunu ve dünya hayatında yerine getirmesi gereken bazı sorumlulukları olduğunu kavrar. Kuran’da pek çok ayette ancak düşünen insanların öğüt alabileceği, Allah’ın varlılığının delillerini ancak onların görebileceği bildirilmiştir. Nitekim Kuran’ın indiriliş amaçlarından biri, “(Bu Kuran,) Ayetlerini, iyiden iyiye düşünsünler ve temiz akıl sahipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır” (Sad Suresi, 29) ayetinde haber verildiği gibi, insanların ayetler üzerinde iyice düşünmeleridir. Ancak insanların bir bölümü düşünmeyi bir zorluk olarak görürler. Hatta bu insanlar, düşünmenin hayatlarına ve kurulu düzenlerine zarar vereceği gibi bir yanılgıya kapılmışlardır. Bu batıl anlayışa göre en istenmeyen şeylerden biri, insana dünya hayatlarındaki sorumluluklarını hatırlatmak, içinde bulundukları gaflet halinden onları çıkartmaktır.

Şeytan İnsanlara Düşünmemeyi Telkin Ederek, Derin Bir Uyku İçine SürüklerDerinDusunmek

Şeytanın insanları sürüklediği uyku hali adeta bir büyü gibi kişiyi kaplar ve bu kişiye tüm sorumluluklarını, niçin var olduğunu, hayattaki amacını, bir gün gelip öleceğini unutturur. Bu uykunun başka bir türü ise dünya hayatının günlük ve rutin işlerine kendini kaptırmaktır. Belki bu insanlar gün içinde pek çok şey düşünüyor, karar veriyor ya da çözümler üretiyor gibi görünebilirler; ama gerçekte düşündükleri şeyler günlük koşuşturmacanın ayrıntılarından başka birşey değildir. Bu düşüncelerin hiçbiri insanın yaratılış amacı, dünya hayatının gelip geçici olduğu ve her canlının bir gün gelip toprak olacağı ile ilgili değildir. Ezberlenmiş, öğretilmiş, kalıplaşmış, alışılmış hareketler, konuşmalar ve tavırlar böyle insanların tüm hayatını o kadar kaplar ki asıl olan gerçekler üzerinde düşünmeye gerek dahi duymazlar.
Bu kişiler kendileri düşünmekten kaçtıkları gibi, başkalarının yaptıkları hatırlatmalardan da şiddetle kaçarlar. Allah’a iman etmeleri, O’nun rızası için yaşamaları ve Kuran ayetleri üzerinde düşünmeleri için yapılan çağrılardan yüz çevirirler.

Sayın Adnan Oktar düşünmenin önemine şöyle dikkat çekmiştir:

ADNAN OKTAR: Televole kültürü tüm dünyada var. Televole kültürünü yaşayan bazı kişiler için sadece eğlence önemli. Şirket promosyon yiyecek dağıtsın, onları yesinler. Bedava otel olsun, gitsinler orada yatıp kalksınlar. Sonra yine promosyon olarak, bedava uçak bileti olsun. Hayatları böyle geçsin istiyorlar. Fakat ne Güneydoğu’daki PKK sorunu onları ilgilendiriyor, ne Afrika’daki insanların açlığı ilgilendiriyor, ne Irak’taki zulüm ilgilendiriyor, ne Filistin’deki kardeşlerimizin çektiği acılar onları ilgilendiriyor, ne dünyanın diğer ülkelerindeki Müslümanların çektiği acılar; hiçbiri ilgilendirmiyor. Ağızlarına dahi almak istemiyorlar. Çünkü böyle bir konu olduğunda eğlencelerinin bozulduğunu düşünüyorlar. Eğlencelerine münafi olduğu için bu konulara girmek istemiyorlar. Mesela televizyonlarda da öyle programlar oluyor, televole programları. Hep vur patlasın, çal oynasın, gülüşmeler, boş izahlar, boş espriler. Dolayısıyla beyinleri uyuşturan, insanların kişiliğini törpüleyen, onların derin düşünmesini, derinliğini ortadan kaldıran günü birlikçi, bedavacı bir ruh geliştiriliyor. Bunun sonucunda da üretim yapmayan, yani vatanına, milletine bir faydası olamayan ve bunu da zaten hedeflemeyen gibi görünen diyelim, bir kısım insanların gelişmesine vesile oluyorlar. Bu çok ciddi bir tehlikedir.DerinDusunmek2
Bir ara devletimizin mühim bir kuruluşu bu konuda devlete rapor sunmuştu. Televole kültürünün, Türk kültürünü, Türk manevi yapısını yıkıcı mahiyette olduğu ve tehlikeli olduğu, uzun vadede tahribat meydana getirebileceğini belirtmişlerdi. Ama bakıyoruz, yine aynı çizgide, aynı kafada devam edenler var. İstiyorsa, programı yapsın ama, her programın içerisinde insanları büyük ideallere, büyük düşüncelere davet eden, faydalı düşünceleri savunan, güzel ahlakı, sevgiyi, barışı, kardeşliği savunan üslupların aralara yerleştirilmesi lazım. Bunun kimseye bir zararı olmaz, hatta tam tersine faydası olacağı belli.
Bundan ısrarla kaçınılmasının hiçbir açıklaması yok. Hiçbir mantığı yok. Bu yıkıcı bir tavır olur. Yani toplumun psikolojisini, moral değerlerini uzun vadede törpüleyen ve hatta yıkıma dahi götürebilecek bir zemin hazırlayabilir. O yüzden bundan kaçınılmasının elzem olduğunu düşünüyorum... Öyle bedavacılık, promosyonculuk ahlakı, ruhları da törpüleyen bir şey. O tip bir gencin ruhunda sevgi, şefkat, koruma hissi pek gelişmez. Egoistlik ve bencillik gelişir. Egoist ve bencil olan bir insan da sevmez, sevilmez. Yani insanlara karşı sevgi duyamaz, suni, sahte sevgiler olur. Mesela geliyor plajda birilerine karşı yapmacık şekilde bir şeyler söylüyor, o da ona yapmacık bir şeyler söylüyor. Ama karşılıklı belli ki ne bir sevgi var, ne samimiyet var, ne bir saygı var. Geçici bir çıkar ilişkisi var. Bu da çok itici tabii.
Halbuki derin dostluklar, samimi sevgiler, derin tutku, akıl derinliği, Allah ile coşkulu bağlantı, bütün insanları koruyup kollama ruhu çok güzeldir. Ahiret inancı olması lazım bir insanda, vatan millet sevgisi olması lazım. Yüksek idealleri olması lazım. Bunlar olmadığında o insanın ruh dünyası fakir olmuş olur, hatta yıkıma uğramıştır, bir anlamda. (Sayın Adnan Oktar’ın Adıyaman Asu TV’deki Röportajından, 4 Ocak 2010)

Allah Dünyadaki Her Varlığı Bir Amaç Uğruna Yaratmıştır

Allah kainattaki her ayrıntıyı insanların, üzerinde düşünmeleri için yaratmıştır. Nitekim Allah Kuran ayetlerinde, yeri, göğü ve ikisi arasındakileri kimin daha güzel davranışlarda bulunacağını denemek için yarattığını bildirmiştir. İnsan kısa dünya hayatı boyunca tüm yapıp ettikleriyle denenmektedir. Kendisini yaratan ve ölümünden sonra tekrar diriltip, hesaba çekecek olan Allah’a karşı büyük bir sorumluluğu vardır. Kuran’ı okumak, dinlemek, ayetler üzerinde düşünmek ve anlayıp uygulamak da her insanın en başta gelen sorumluluklarından biridir. Allah bu gerçeğe, “Onlar, yine de o sözü (Kur’an’ı) gereği gibi düşünmediler mi, yoksa onlara, geçmişteki atalarına gelmeyen bir şey mi geldi?” (Müminun Suresi, 68) ayetiyle dikkat çekmektedir.
Düşünen kişi, kainattaki bu kadar ince nizamın ve kusursuz yaratılış örneklerinin tesadüfen meydana gelemeyeceğine, var olan herşeyi Yüce Allah’ın yarattığına kanaat getirecektir. Çevresindeki Yaratılış mucizelerini derin derin düşündükçe Allah’ın varlığının delillerini, O’nun yarattığı detaylardaki hikmetleri görerek Allah’a teslim olacak ve sadece O’nun rızasını kazanmak için yaşayacaktır. Bu gerçeği bilen şeytan insanların gaflet içinde bir hayat sürmelerini, Allah’ın ayetlerinden uzak durmalarını, bunun için de düşünmemelerini ister. Allah şeytanın bu hedefini Kuran’da şu şekilde bildirir:
“... Onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka Senin dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından sokulacağım...” (Araf Suresi, 16-17)

Şeytan İnsanları Gaflete Düşürecek Çok Özel Ortamlar Hazırlar

İnsanların zayıf yönlerini kullanarak ince planlar yapmak, senaryolar oluşturmak  ve bunları insanların nefislerinin en çok hoşlanacağı, en çok zevk alacağı hale getirmek şeytanın başvurduğu yöntemlerdendir. Din ahlakından uzak insanlar da böyle ortamlarda, iman eden kişilerin aksine Allah’ı unutarak, ahireti hiç düşünmeyerek gaflet içinde bir ruh haline girerler.
Örneğin bazı eğlence yerleri şeytanın bu ince planını kolaylıkla uygulamaya koyduğu mekanlardır. Çünkü dinden uzak yaşayan birtakım insanlar, bu gibi yerlerde hiçbir şey düşünmeden, boş bir zihinle vakit geçirebilmektedir. Bu mekanlarda en değer verilen şeyler giyilen kıyafet, takılan takı, harcanan para ve çevredeki insanlardır. Kimsenin birbirini duyamadığı şiddetli bir müzik, dumandan kimsenin kimseyi göremediği puslu bir hava, patlayan flaşlar, yüksek sesli konuşmalar ve bağırtılar biraraya gelince, Allah korkusu olmayan insanların dikkatini kesinlikle toparlayamayacağı ve düşünemeyeceği ortam tamamlanmış olur.
Elbette insanların eğlenmeleri, neşe içinde olmaları, sohbetinden hoşlandıkları kişilerle birlikte olmaları güzel nimetlerdir. Ancak, kastedilen ahiretin unutulduğu, Allah’ın adının anılmadığı ortamlardır. Yaratılış amacını tamamen unutmuş, Allah korkusunu kalbinde hissetmeyen, eğlenmek için değil buradaki gafil havayı yaşamak için vaktini böyle yerlerde geçiren kişilerin ne hayatın gerçek amacını düşünecek ne de anlayacak halleri kalmaz. Zaten böyle kişilerin, bu tür mekanları tercih edişlerindeki sebeplerden biri de “herşeyi unutmak” ve “düşünmemek”tir ki, bunu da sık sık dile getirirler. Böyle mekanlara, kendi ifadeleriyle “kafasını boşaltmak için gelen” bir insan, on dakika önce aklı başında davranırken, bir anda her türlü taşkınlığı normal karşılamaya başlar. Yine kendi ifadeleriyle “çılgınca eğlenmek” adına her türlü garip davranışı  makul karşılar, olan bitenlere karşı duyarsızlaşır.DerinDusunmek3
Bu gibi gafil ortamlarda Allah korkusu hissetmeyen insanların zihinlerinden faydalı bir düşüncenin geçmesi neredeyse imkansızdır. Kaldı ki böylesine kontrolden çıkmış, şiddet ve ahlaksızlığın teşvik edildiği bir ortam, burada bulunan kişilerin tam anlamıyla şeytanın telkinlerine açık duruma gelmesine zemin oluşturur. Ve böylelikle şeytan insanların, “düşünmeyin!” şeklindeki emrine itaat etmelerini sağlamış olur. Allah, “Onlardan güç yetirdiklerini sesinle sarsıntıya uğrat, atlıların ve yayalarınla onların üstüne yaygarayı kopar, mallarda ve çocuklarda onlara ortak ol ve onlara çeşitli vaatlerde bulun...” (İsra Suresi, 64) ayetiyle de şeytanın bu yöntemini haber vermiştir.
İnsanların bir kısmının yoğun bir gaflet içinde yaşadıkları bu hayat, günümüzde sadece eğlence mekanları ile kısıtlı değildir. Bağırtıyla, gürültüyle, taşkınlıklarla insanların Allah’ın ayetlerini düşünmekten uzaklaştırıldıkları her ortam, şeytanın yukarıda bahsettiğimiz planının bir parçasıdır. Futbol maçlarında tribünleri, konserler sırasında stadyumları dolduran kalabalıklardaki bazı kişilerin oluşturdukları ve benzeri ortamlarda, şeytan aynı yöntemlerle kimi insanları düşünmekten uzaklaştırmaktadır. Birçok insan böyle yerlere eğlenmek, keyifli bir spor karşılaşması izlemek ya da güzel bir ses dinlemek için değil, insanlara bağırmak, kavga etmek, olay çıkartmak kısacası her türlü çirkin tavrı göstermek için gelir. Üstelik böyle yerlerde bir iki kişi değil, binlerle, on binlerle sayılabilecek bir kalabalık, toplu olarak birbirlerini olumsuz yönde etkileyebilir ve topluca gafil bir havaya girebilir.
Böyle bir ortamda birçok insan Allah’ın kendisini her yönden sarıp kuşattığını, her an ölüm melekleriyle karşılaşabileceğini aklına getirmeyebilir.

Düşünmekten Kaçınmak İnsanı Ölümden Kurtaramaz

Benzer mekanları gaflete kapılmak için bir fırsat olarak değerlendiren ve gerçeklerden kaçan insan, ölüm meleklerini hiç beklemediği bir anda karşısında gördüğü zaman artık herşey için çok geçtir. Çünkü kişi dünya hayatını boş amellerin peşinde geçirmiş ve Kuran ayetlerini düşünmekten sürekli kaçmıştır. Düşünmemek için türlü yöntemler denemiş, şeytanın oyunlarına kanmıştır. Oysa ölümü, hayatın geçiciliğini, Allah’a karşı sorumluluklarını düşünen bir kimsenin böyle gafil bir hali kabullenmesi mümkün değildir. Allah’ın her an canını alabileceğini ve ağzından çıkan her söz, aklından geçen her düşünce ve yaptığı her hareketten hesaba çekileceğini bilen bir kişi, nasıl bir ortamda olursa olsun bu gerçekleri aklından çıkarmaz ve gaflete kapılmaz.
Unutulmamalıdır ki, bir mekanda, Kuran ahlakına uygun şekilde eğlenmek yerine taşkınlık yapan bir kişiye de, o taşkınlıkları teşvik edenlere de, masaları devirip pervasız şekilde israf edenlere de ölüm aynı yakınlıktadır. Belki o kişi dışarı çıkar çıkmaz ölüm melekleriyle karşılaşacak, hiç beklemediği bir anda kendini Allah’ın karşısında hesap verirken bulacaktır.
İşte ölüm insana bu kadar yakınken, kişinin gaflet içinde hayatına devam etmesi, freni kopmuş bir kamyonun hızla üstüne geldiğini gördüğü, çarpıp onu parçalayacağını bildiği halde imkanı varken önünden çekilmemesine benzemektedir. Kişi isterse ömrü boyunca yüzlerce, binlerce kez taşkınlıklar sergilemiş, hatta bütün hayatını böyle geçirmiş olsun, ölüm melekleri canını alırken tüm yaşadıklarını geride bırakacaktır. İnsan eğer bu zamanlarını Allah’ın varlığından gafil olarak geçirdiyse o gün, din ahlakının yaşanmadığı toplumlarda “dünyayı doya doya, hakkıyla yaşamak” şeklinde ifade edilen bu gafil hayatın, kendisine kayıptan başka birşey getirmediğinin farkına varacaktır. Rabbimiz’i ve hesap gününü unuttuğu için yaptığı her türlü sorumsuzluğun pişmanlığını yaşayacaktır. Allah Kuran’da inkarcıların gaflet içindeyken, kendilerine gelen hatırlatmalara verdikleri tepkileri şöyle bildirmektedir:Derindusunmek4
“İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla oyalanmadadır...(Enbiya Suresi, 1-3)
Bu konuyu önemli kılan asıl sebep, inkar edenlerin gerçekleri -Allah’ın varlığına dair delilleri ve Kuran’ın hak kitap olduğunu- kasıtlı olarak görmezden gelmeleridir. Bu kimseler bu gerçekleri bile bile inkar eder, düşünmek istemezler. Allah’ın “… Oysa onlardan bir bölümü Allah’ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp) akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı.” (Bakara Suresi, 75) ayetinde bildirdiği gibi akıl erdirmekte, ama inkar etmektedirler. Çünkü yaratılış gerçeğini fark etmek ve Yüce Allah’ın eşsiz sanatını takdir edebilmek için uzun uzun düşünmeye, saatlerce  araştırmaya ya da okumaya gerek yoktur. İnsan vicdanının sesini dinleyip, samimi bir kalple biraz dikkat sarf ettiği, birkaç saniye düşündüğü takdirde yaratılış gerçeğini inkar edemeyecek duruma gelecektir. Yapması gereken tek şey; vicdanının sesine kulak vermesi ve şeytanın düşünmeyi engelleyen, olumsuz yöntemlerine karşı dikkatli olmasıdır.
Bazı insanlar düşünmenin insana “zarar verdiği” şeklinde batıl bir inanışa sahiptir. Bu büyük yanılgı, aslında şeytanın, insanların Allah’ın ayetleri üzerinde düşünmelerini engellemek için kullandığı bir taktiktir. Şeytan insanlara verdiği bu telkin sayesinde düşünmenin onları zora sokacağı, yorulmalarına sebep olacağı gibi bir telkinde bulunarak, onları Kuran’dan uzak tutar. Hatta bazı toplumlarda fazla düşünmenin insanı sözde delirteceğine inanılır. Bu inanç, şeytanın diğer oyunları gibi bir aldatmacadır. Aksine insan düşünmediğinde, düşünmemesinden kaynaklanan akılsızlıklardan ötürü pek çok sıkıntı yaşar.

Allah’ı Zikretmek Kalplere Şifadır


Maneviyatın yüksek tutulabilmesi için Allah’a çok fazla güvenmek, olayları her zaman Kuran ahlakına uygun bir tarzda değerlendirmek ve Allah’ı her zaman gizli ve açık zikretmek çok önemlidir. Zikir insanın beyin hücrelerine kadar işleyerek tüm bedeninde müthiş bir huzura sebep olur. Allah’ı zikretmek hem ruha hem de bedene bereket getirir. Allah bir ayetinde şöyle bildirmiştir.
“Kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur (felah bulur)” (Rad Suresi, 28)
Allah insanı ve tüm evrendeki sistemleri Kendisi’ne bağımlı yaratmıştır. İnsan kendisini ne kadar müstakil zannederse zannetsin her anı Allah’ın kontrolündedir. İnananlar kainattaki tüm ilimlerin, mülkün ve hükmün gerçek sahibinin Allah olduğunu her zaman bilerek, Allah’a yönelirler. Rabbimiz’e karşı boyun eğici ve teslimiyetli davranır, övgüyü daima o güzellikleri yaratan Allah’a yöneltir ve durmaksızın O’nu yüceltip tesbih ederler.anmak
Allah insana şah damarından daha yakındır, zaman ve mekandan bağımsızdır. Zaten zamanı da mekanı da Allah yaratmıştır. Bu yüzden bizi her an görmekte ve duymaktadır. İnsanın mutlu olacağı bütün güzellikleri yaratmış ve bunlarla bize Kendisini hatırlatmaktadır. Bu hatırlatmaya cevap verenler gördükleri her güzellikten diğer insanlardan çok daha fazla etkilenirler. Allah’ı coşkuyla, aşkla sever, yaratılış delillerini gördükçe Allah’a aşık olurlar.
Allah’ın eşsiz ve üstün yaratma gücünü görmek insana heyecan verir ve şevkle Allah’ı en güzel isimleriyle anarlar. Allah tüm evreni, insanı, hayvanları ve bitkileri benzeri olmayan bir sanatla yaratmıştır ve hepsinde pek çok mucizevi özellikler bulunmaktadır. Bütün bunlar insanın kalbinde müthiş bir heyecan oluşturur. Bunlar üzerinde düşünüp Allah’ın üstün yaratışını ve Yüceliğini durmaksızın anarlar. “Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) “Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru.”” (Al-i İmran Suresi, 191) ayetinde bildirildiği gibi Allah’ı sürekli tesbih ederler.

Mutluluğun Kaynağı Allah’ı Anmaktır

Bazı insanlar, mutlu olmak için birçok yöntem denerler, tatile gider, güzel yemekler yer, televizyon seyrederler… Bunlarla kendilerini oyalamaya çalışır, ancak yine de aradıkları mutluluğa ulaşamazlar. Bunun nedeni ruhlarını tam anlamıyla rahatlatamamalarıdır. Ruh her zaman sevgilisini anmayı, onun yarattıklarını düşünmeyi ister. Ruhun isteğini yerine getirmeyip nefsani yollarla suni mutluluklar aramak ruhu sıkar, bedeni hatta hücreleri bile rahatsız eder. Çünkü kalpler Allah’ın zikriyle huzur bulur.
Bunlar iman edenler ve kalpleri Allah'ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
Dünyada yaşayan tüm insanların yapmaları gereken en önemli ibadetlerinden biri Allah’ı anmaktır. Allah bu durumu kullarına Ankebut Suresi’nin 45. ayetinde şöyle bildirmektedir: “ … Allah’ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı bilir.”

Övgüyle ve Şükrederek Allah’ı Zikretmek

Allah sonsuz akıl sahibidir. İnsan Allah’ın karşısında acizliğini ve sahip olduğu herşeyin Allah’ın lütfu ile kendisine verildiğini unutmamalıdır. Allah bize kesintisiz nimet sunmaktadır. İçtiğimiz sudan, nefes almamıza, akıllı olmamızdan sahip olduğumuz şuura, meyvelerden seveceğimiz hayvanlara daha saymakla bitiremeyeceğimiz çok fazla nimet bulunmaktadır. Bunun bilinciyle kul olduğunu bilen bir insanın zikri de hem samimi hem de derin olur. Her an Allah’ın kontrolünde ve O’na emanet olduğunu bilmenin rahatlığını yaşar.anmak2
Allah ayetlerinde şu şekilde bildirmiştir:
“İşte Rabbiniz olan Allah budur. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyin Yaratıcısıdır, öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir.” (En’am Suresi, 102)
“Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helal (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl Suresi, 114)

Allah’ı En Güzel İsimleriyle Tesbih Etmek

“Şu halde onların söylediklerine karşı sabırlı ol, güneşin doğuşundan ve batışından önce Rabbini hamd ile tesbih et (yücelt). Gecenin bir bölümünde ve gündüzün uçlarında da tesbihte bulun ki hoşnut olabilesin.” (Taha Suresi, 130)
Allah Kuran’da Kendisini gün içinde sürekli tesbih etmemizi bildirmiştir. Bu konuda çok fazla ayet bulunmaktadır. Allah’ı en güzel isimleriyle tesbih eden insan gün içinde dikkatini Allah’a yöneltir, dolayısıyla yaptığı işin bereketi artar ve ruhu Allah’ın anılmasıyla rahatlar. Gün içinde Allah’ı şöyle tesbih edebiliriz:
SubhanAllah, Allah’ım Seni her türlü eksik ve noksan sıfatlardan tenzih ederim, Sen münezzehsin” deriz. Bu zikir ile, insanın kalbi ferahlar ve içine neşe gelir. Bütün dünyanın  Allah’ın kontrolünde olduğunu bilmenin konforunu yaşar.
“Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd (övgü) de O’nundur. O, her şeye güç yetirendir.” (Teğabün Suresi, 1)
Elhamdülillah, Allah’ım verdiğin tüm nimetler için şükürler olsun, hamdolsun” diyerek nimetlerin güzelliğini, neşesini yoğun bir şekilde hissederiz.
Allah’tan bir rahmet olarak sabah kalktığımız andan itibaren Allah’ın verdiği nimetlerle karşılaşırız. Şuurumuz açıktır, görürüz, düşünürüz, Rabbimiz’i coşkuyla severiz. Tüm bunlar her an şükretmemiz için Allah’ın yarattığı nimetlerdendir.anmak3
“Artık, Rabbinin hükmüne sabret; çünkü gerçekten sen, Bizim gözlerimizin önündesin. Ve her kalkışında Rabbini hamd ile tesbih et.” (Tur Suresi, 48)
Estağfirullah, Allah’ım beni affet, günahlarımı bağışla” demekle insanın üzerinden büyük bir yük kalkar.
Herkes günaha girebilir. Bu nedenle Yüce Allah’tan bağışlanma dilemeye muhtaçtır. Allah’ın affediciliğine sığınmak insanı cehennemden uzaklaştırır, cennete yaklaştırır. Allah bir ayetinde bağışlanma dilemenin önemini şu şekilde bildirmiştir:
“Hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.”(Nasr Suresi, 3)
Allah-u Ekber, Allah’ım sen çok büyüksün” demek sonsuz büyük güce teslim olmak demektir.
Tüm kainatın Sahibine teslim olmak kalpte büyük huzur oluşturur. Allah ayetinde şu şekilde bildirir.
“Öyleyse büyük Rabbini ismiyle tesbih et.” (Vakıa Suresi, 96)
Rabbimizin ayetinde bildirdiği gibi “Kalpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur (felah bulur)” (Rad Suresi, 28) Allah’ı coşkuyla sevenler, Allah’ı gereği  gibi ananlar, hakkıyla iman edip hakkıyla korkanlar, işte onlar dünyada ve Allah’ın vaadi olan sonsuz hayat yurdu olan ahirette büyük bir mutluluk içinde yaşarlar.

Allah’ın Rahmetine Kavuşmanın Yolu, Her Konuda O’nun Rızasını Aramaktır

Müslüman bütün insanları ve bütün işleri yaratanın Allah olduğunu ve herşeyin Allah’ın ‘Ol’ demesiyle olup bittiğini bilir. O nedenle insanın kızacağı, sinirleneceği, endişe edeceği, tedirginlik duyacağı hiçbir durumun olmadığının; her şeyi en ince ayrıntısına kadar en güzel surette yaratanın Allah olduğunun farkındadır. Gün boyunca yaşadığı her dakikayı, Allah’ı daha fazla anarak, Allah’ın rızasını, rahmetini ve cennetini kazanma gayesi ile geçirir. Sonsuz ahiret hayatının yanında bir ‘göz açıp kapatmak kadar kısa’ olan dünya hayatının sadece imtihan yönünden bir değeri olduğunu, bu imtihan ortamını Allah’ı en çok razı edebileceği şekilde geçirmesi gerektiğini bilir. Bu bilinç de müminin akıllı, olgun, vicdanlı ve Allah’tan korkarak hareket etmesine, her anını Allah’ı anarak geçirmesine vesile olur.Kuran’da her an Allah’ı düşünerek ve O’nun rızasını arayarak hareket etmenin mümini Allah’ın rahmetine kavuşturacağı şöyle bildirilmektedir:
“… Allah’ı çokça zikredin; umulur ki felaha (kurtuluşa ve umduklarınıza) kavuşmuş olursunuz.” (Cuma Suresi, 10)

“... Şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir...” (Bakara Suresi,129)

Bu, özellikle din ahlakına göre yaşamayan insanlarda sıklıkla görülen bir alışkanlıktır. Ancak bu tür insanların dünya hayatına, ölüme, ahirete bakış açıları düşünülecek olunursa, onlar bu alışkanlığı herhangi bir açıdan zararlı bulmazlar. Maddi çıkar elde etmek, itibar, makam ve mevki kazanmak gibi dünyevi idealleri dışında, gerçekten asil ve değerli bir hedefleri yoktur. Bu yüzden de, hayatlarının birçok kısmında oyalanmakta ya da kendi kullandıkları deyim ile ‘vakit öldürmekte’ bir mahsur görmezler. Dolayısıyla, aynı boşluğun konuşmalarında da olması onları rahatsız etmez. Bu kişilerin aradığı zaten sadece bir şekilde ‘vakit geçirmek’tir.

Hikmetli Konuşmanın Kaynağı: Samimi İmanhikmetlikonusmak1

Hikmetli konuşmak, bir insanın olabilecek en doğru, en faydalı ve en yerinde konuşmayı yapabilmesidir. Ancak hikmetli konuşmanın herhangi bir kuralı yoktur. Yerine, zamanına, hitap edilen kişilere ve içerisinde bulunulan şartlara göre değişir. Dahası hikmetli konuşabilmenin kişinin zeka seviyesiyle, kültür düzeyiyle, tahsil durumuyla ya da teknik bilgisiyle de herhangi bir bağlantısı yoktur. Bu gerçekten habersiz olan kimi insanlar, hikmetli ve güzel bir hitabet yeteneği elde edebilmek için çeşitli kurslara ya da eğitim programlarına katılırlar. Kimileri de bu özelliğin teknik dikkat ile elde edilebileceğini sanırlar; bunun için konuşmalarının edebiyat kurallarına veya güzel söz sanatlarıyla ilgili bazı kitapların öğütlerine olabildiğince uygun olmasına büyük özen gösterirler.
Uzun ve sıra dışı cümleler kurduklarında ya da entelektüel değeri olduğuna inandıkları güncel ya da yabancı terimler kullandıklarında konuşmalarının son derece etkili ve süslü olacağına inanırlar. Oysa bunların hiçbiri insana hikmetli konuşabilme yeteneği kazandırmaz. Çünkü hikmet ancak imanla, Allah korkusundan kaynaklanan samimiyetle ve Allah’a duyulan teslimiyetle kazanılabilen bir özelliktir.
Kuran’da meleklerin “Dediler ki: “Sen Yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen, herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın.” (Bakara Suresi, 32)” ayetiyle bildirilen tesbihlerinde olduğu gibi, Allah sonsuz hikmet sahibidir ve dilediği kişiye bu nimeti dilediği kadarıyla verir. İnsanın ise Allah’ın kendisine öğrettiği dışında hiçbir bilgisi yoktur.

Hikmetli Konuşmak Kişinin Yaşıyla Bağlantılı Değildir

Allah samimiyeti ve imanı oranında dilediği insana dilediği yaşta hikmet verebilmektedir. Kuran’da bu durumun en güzel örneklerini Hz. Yahya (a.s.) ve Hz. Musa (a.s.)’da görmek mümkündür.
“(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) “Ey Yahya, kitabı kuvvetle tut.” Daha çocuk iken ona hikmet verdik.” (Meryem Suresi, 12) ayetiyle Hz. Yahya (a.s.)’a çocuk yaşta hikmet verildiği bildirilmiştir. Ayrıca, “O, erginlik çağına ulaşıp olgunlaşınca, ona bir ‘hüküm ve hikmet’ ve ilim verdik. Biz iyilikte bulunanları işte böyle ödüllendiririz.” (Kasas Suresi, 14) ayetiyle de Hz. Musa (a.s.)’a erginlik çağında bu nimetin lütfedildiği haber verilmiştir.
Kuran’da peygamberlerin hikmetli konuşmalarına pek çok örnek verilmiştir. Bu örneklerden birinde sırf varlıklı ve zengin olduğu için büyüklük taslayan ve Allah hakkında tartışmaya girişen bir kimsenin, Hz. İbrahim (a.s.)’ın vermiş olduğu hikmetli cevap karşısında kendi samimiyetsizliğini hemen fark ettiğine şöyle dikkat çekilmektedir:hikmetlikonusmak2
“Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrahim’le tartışmaya gireni görmedin mi? Hani İbrahim: “Benim Rabbim diriltir ve öldürür” demişti; o da: “Ben de öldürür ve diriltirim” demişti. (O zaman) İbrahim: “Şüphe yok, Allah Güneş’i doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince, o inkarcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.” (Bakara Suresi, 258)

Hikmet Sahibi Bir Kimse Konuşmalarında Kendisini Karşı Tarafa Beğendirme Amacı Taşımaz

Mümin bir kimse, kendisine nutku verip konuşturacak olanın Allah olduğunu bilerek Allah’a sığınır ve sadece O’nun rızasını kazanmayı hedefleyerek konuşur. Her an olduğu gibi konuşurken de insanların değil Allah’ın huzurunda bulunduğunun ve konuşmasının ancak O’nun dilemesiyle etkili olacağının şuurundadır. Sözlerinin etkili ve hikmetli olması için Allah’a dua eder. Bu samimiyete karşılık, vicdanı insana söylenmesi gereken en güzel sözleri ilham eder. Dolayısıyla neyin vurgulanması, neye dikkat çekilmesi ya da neyin söylenmemesi gerektiğini; hangi üslubun yanlış, hangi anlatımın etkili olacağını vicdanını dinleyen herkes kolaylıkla bulabilir.

Hikmet Allah’ın İman Edenlere Nasip Ettiği Bir Nimettir

Kuran’ın, “Kime dilerse hikmeti ona verir; şüphesiz kendisine hikmet verilene büyük bir hayır da verilmiştir...” (Bakara Suresi, 269) ayetiyle hikmetin önemine ve insanlar için büyük bir nimet olduğuna dikkat çekilmektedir. Gerçekten de hikmet sahibi bir insan, Allah’ın izniyle dini en güzel şekilde yaşayabilmekte, Allah’ın en razı olacağı konuşmaları yapabilmekte, insanlara Kuran ahlakını en anlaşılır ve en etkili bir biçimde anlatarak çeşitli hayırlara vesile olabilmektedir. Böyle bir insanla muhatap olan kimseler, bu kişinin hikmetli yorumları vesilesiyle olayların fark edemedikleri yönlerini görebilmekte, akledemedikleri akılcı davranışlara yönelebilmektedirler. Hikmetin ne denli büyük bir nimet olduğunun farkında olan müminler dualarında Allah’tan kendilerine ‘hikmet, anlatım çarpıcılığı ve etkili bir hitabet kabiliyeti’ vermesini isterler. Kuran’da peygamberlerin de bu yönde dua ettiklerine örnek olarak Hz. İbrahim (a.s.)’ın duası verilmektedir:
“Rabbim, bana hüküm (ve hikmet) bağışla ve beni salih olanlara kat; Sonra gelecekler arasında bana bir doğruluk dili (lisan-ı sıdk) ver.” (Şuara Suresi, 83-84)
Ayetlerde Allah’ın hikmeti dilediği kimseye verebileceğine ve hikmetin Allah’ın elçilerinin de önemli özelliklerinden biri olduğuna dikkat çekilmektedir. Örneğin “... Ona hikmet ve anlatım çarpıcılığını vermiştik.” (Sad Suresi, 20) ayetiyle Hz. Davut (a.s.)’a Allah Katından özel bir hikmet ve anlatım çarpıcılığı verildiği bildirilmektedir. “Yoksa onlar, Allah’ın Kendi fazlından insanlara verdiklerini mi kıskanıyorlar? Doğrusu Biz, İbrahim ailesine kitabı ve hikmeti verdik; onlara büyük bir mülk de verdik.” (Nisa Suresi, 54) ayetiyle de Hz. İbrahim (a.s.)’a hikmet verildiği haber verilmiştir.Hikmetlikonusmak3
Her davranış, her düşünce gibi her söz de hesap gününde insanın önüne çıkartılmak üzere saklanmaktadır. Sarf edilen her faydalı ve hikmetli söz, insanı ahirette kazançlı çıkaracak, Allah’ın rızasını, cennetini ve rahmetini kazanmasına vesile olacaktır. Allah Kuran’da müminin bu konuda göstermesi gereken ahlakı şöyle bildirmiştir:
“Boş ve yararsız olan sözü’ işittikleri zaman ondan yüz çevirirler ve: “Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz” derler.” (Kasas Suresi, 55)
“Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir.” (Furkan Suresi, 72)

Karşı Tarafın Kalbinde Derin Etki Uyandıran Hikmettir

Kuran ahlakının yaşanmadığı yerlerde yapılan süslü ve edebi konuşmaların aksine hikmetli konuşan insanın sözleri karşı tarafın kalbine etki eder. Samimi bir insan hiçbir zaman için insanların takdirini hedefleyerek konuşmaz. Kuran ahlakından uzak olan insanların asıl amaçları ise kendilerini insanlara beğendirmek olduğu için, bu durumda samimiyet tamamen ortadan kalkar. Samimiyet olmayınca doğal olarak hikmetli konuşma da olmaz. Burada ancak teknik bir etkiden söz edilebilir.
Konuşmacı kimi zaman sırf bir konuda ne kadar derin bilgiye sahip olduğunu ortaya koyabilmek adına dinleyenlerin hiçbir şekilde işine yaramayacak pek çok gereksiz konuşma yapar. Kimi zaman da son derece basit bir mantıkla ve kısa birkaç cümleyle anlatabileceği bir konuyu iki-üç saatlik bir konuşmanın içinde boğar. Oysa iman eden bir insan bir konuyu olabilecek en açık ve anlaşılır, en özlü, etkileyici ve karşı tarafa fayda sağlayacak üslup ile anlatır. Amacı ne kendini beğendirmek ne de karşı tarafa üstün görünmektir. Amacı sadece Allah’ın rızasını kazanmak için karşı tarafa faydalı olabilmektir. Niyeti halis olduğu için Allah’ın izniyle bu çabası en hayırlı şekilde sonuçlanır.
Unutulmamalıdır ki hikmetli konuşmak, önemli bir iman alametidir. Hikmetli konuşan müminlerle karşılaşan kimseler, Müslümanların samimiyetlerinden, yüksek kişiliklerinden ve üstün ahlak kalitelerinden çok etkilenirler. Böylece iman sahipleri gösterdikleri tavırlar ve yaptıkları konuşmalarla Allah’ın dilemesiyle pek çok insanın “kalplerinin imana ısınmasına ve imana yaklaşmalarına” vesile olurlar. Müminlerin sahip olmaları gereken bu önemli özellik, Kuran’da şöyle bildirilmiştir:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin yolundan sapanı bilendir ve hidayete ereni de bilendir.” (Nahl Suresi, 125)

Müminler Yüksek İdeal Sahibidirler

Mümin, ‘çok yüksek ideallere sahip insan’ demektir. Müslüman, dünyada kendisine verilen sınırlı süre içerisine, olabilecek en fazla hayırlı söz, davranış ve faaliyeti sığdırmaya çalışır. Uyku, yemek, beden temizliği gibi zaruri ihtiyaçlarına, olabilecek en akılcı ve en az vakti ayırarak, hayatının geri kalan tüm bölümünü Allah’ın rızasını kazanabileceği çalışmalara ayırır.
Dolayısıyla müminin boş vakti yoktur. Allah Kuran’da, müminin bu konudaki bakış açısının nasıl olması gerektiğini şöyle bildirmiştir:
“Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.” (İnşirah Suresi, 7)
Bu nedenle Müslüman bir konudan bahsederken, konuyu olabilecek en özlü, en kısa ve en hikmetli şekilde özetlemeye çalışır. O konu çözüme kavuşturulduktan sonra ise, sırf vakit geçirmek için gereksiz detaylarla, amacı olmayan yorumlarla ya da tekrarlarla konuyu uzatmaz.

Güvensizlik Sevgiyi Zedeler

Dünyada en yaygın olan duygu korkudur. Çeşitli şekillerde ortaya çıkan korku insanın yaşam kalitesini ve konforunu ortadan kaldıran bir duygudur. Günümüzde özellikle gelecek korkusu insanları sarmış durumdadır. Bu korkunun sonucunda da sevgiyi, merhameti, fedakarlığı ve şefkati kaybetmiş insanlar oluşmaya başlamıştır. Çok ufak çıkarlar için bile çatışmaya giren insanlar vardır. Birçok kişi, annesiyle, babasıyla, kardeşiyle, arkadaşıyla kavga halindedir. Bu, insanların ruhlarını muazzam yıpratır. Ayrıca bu kavgayı görenler de, strese girer. Çünkü ruhumuz sükunet, huzur, rahatlık ve güven içinde yaşamak için yaratılmıştır. Allah insanı zayıf olarak yaratmıştır. Mesela gürültü, olumsuz bir konuşma veya üslup insanı rahatsız, tedirgin eder ve sıkıntıya sokabilir. O nedenle insanlar dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak kişilerin arayışı içindedirler, her zaman bu kişileri tercih ederler. Tercih edilen insanların en önemli vasıfları fedakarlık, duyarlılık, ince düşünce, şefkat, merhamet, akıl, dikkat, dürüstlük, vefa ya da sadakattir.gu%C2%A6%C3%AAvensizlik1
Ancak bir de dostluğun temelini oluşturan hayati bir özellik vardır ki, bu da ‘güvenilir olmak’tır.
Güvenilir olmak hiç kuşkusuz ki, iki insan arasında ‘derin bir dostluk kurulmasını’ sağlayan en önemli etkendir.
Güven temeli üzerine kurulu bir dostlukta ileride bir gün, özellikle menfaatlerin çatıştığı durumlarda sadakatin ve vefanın devam etmesi çok kolay sağlanabilir.
Güvenilirlik aynı zamanda samimi sevginin zeminini de oluşturur.

Sevginin En Önemli Göstergesi Güvenilir Olmaktır

Gerçek sevgide güven çok önemlidir. Bunun gereği olarak karşıdaki kişi güzelliğini, maddi birikimini, itibarını yitirse de sevgi bitmez, bilakis daha da artar. Çünkü önemli olan kişinin ahlakı ve karakteridir. İnsanlar birbirlerinin, güvenilirlik, şefkat, merhamet, cömertlik, ince düşünce, fedakarlık gibi güzel özelliklerine her şahit olduklarında sevgileri katlanarak artar.
Zaman içerisinde insanların kişiliklerinin gelişmesi ve güvenilirliklerinin artması ile birlikte, sevgi de derinleşir. Gerçek sevgide asla bıkma ve sıkılma olmaz. Çünkü gerçek sevgi maneviyata dayanır.
Maneviyatın güzelliğini yaşamayan insanlar arasında samimi sevginin oluşmamasının nedenlerinden biri de bu güven duygusunun eksikliğidir. Çünkü güvensiz bir ortamda, karşılıklı çıkara dayalı, her an zarar görmekten korkan tedirgin bir ilişki söz konusu olur. Bunun bir sonucu olarak da kendilerini, insanlardan gelecek zarardan korumak için sürekli tetikte olan insan karakterleri gelişir. Küçüklüğünden beri “babana bile güvenme” mantığı ile yetişen, çevresindekilere asla güvenmemesi telkin edilen kişiler için sevdikleri kişiye güvenmeleri çok zordur. Karşılıklı güvene dayanmayan birlikteliklerde ise gerçek sevginin yaşanmayacağı açıktır, çünkü bu gibi ilişkilerde herkes kendi istek, çıkar ve tutkuları için yaşar. Nitekim bazı insanlar sevginin neden yok olduğunu düşünmek ve çözüm aramak yerine, çözümsüz bir sistem içinde sevgiyi hiç hissedemeden yaşayabilmektedirler.
Sevginin yerine tercih ettikleri duygu ise bitmeyen bir hırstır. Bu hırs para kazanma tutkusu, gösteriş yapma ya da itibar elde etmeye çalışma gibi çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Oysa dünyevi nimetler, onların asıl sahibi Allah (Allah’ı tenzih ederiz) unutularak kullanıldığında insana sadece mutsuzluk, huzursuzluk, tedirginlik ve yalnızlık gibi duygular getirir. Her şeyin bir gün ölümle son bulacağını düşündüğümüzde bu hırsların ne kadar boş olduğu daha iyi anlaşılacaktır.
Güvenin Temeli Allah Korkusuna Dayanırguvensizlik2
Bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, kusur ve eksikleriyle, güzellikleriyle, nimetleriyle ve tüm açıklığıyla, dürüstçe o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiçbir konuda sır saklamaksızın, tedbir alma ya da gizlenme gereği hissetmeksizin, içteki en derin duygulara kadar, hiçbir noktada engel koymaksızın o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir. Dolayısıyla dost olunacak kişinin öylesine bir güven telkin etmesi gerekir ki, karşı tarafın aklında hiçbir zaman için,
“Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı öğrendiğinde bana olan sevgisi azalır, saygısı zedelenir mi?”gibi ‘soru işaretleri’ oluşmamalıdır. İleride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında, bu kişilerden biri, hiçbir zaman için karşı tarafın sadakatsizliğinden, vefasızlığından yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmamalıdır. Her ne olursa olsun, on yıllarca görüşülemese de, ölene kadar bir kez bile konuşma imkanı olmasa da, kalpte yaşanan samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmamalıdır. Aleyhte çeşitli konuşmalar anlatılsa, olumsuz telkinler yapılsa, bunlara dair sözde açık deliller sunulsa dahi, bunların, kişi üzerinde hiçbir etkisi olmamalıdır.
Birbirinden farklı iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güven oluşması ise, elbette ki ancak ‘samimi Allah korkusu ve derin iman’ neticesinde mümkün olabilir. Dünya üzerinde bunun dışında iki insan arasında gerçek ve sağlam dostluk anlayışının kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da birbirlerine karşı güvenilir oldukları izlenimi vermeleri, yalnızca belirli menfaat ortaklıklarının gerekliliklerinden kaynaklanır. Bu çıkar dengelerindeki en küçük bir değişiklik ise, tüm bu beğeni, sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının da bir anda ortadan kalkmasına yol açar. Ancak eğer iki insan dostluklarını imandan kaynaklanan bir güvenilirlik üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Elbette ki güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir, huzur ve rahatlık vesilesidir. İnsanın adeta kendisiyle muhatap oluyormuşçasına, bir başkasının yanında da aynı rahatlığı, aynı güven ortamını bulabilmesi çok büyük bir nimettir.
İnsanların en önemli ihtiyaçlarından biri, ‘kendilerini güvende hissedecekleri ve güven duyacakları bir ortamda olmaları’dır. İşte bu nedenledir ki dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları yeri, gidecekleri okulu seçerlerken, öne sürdükleri öncelikli şartlarından biri, her zaman için mutlaka ‘güvenliğin sağlanması’dır. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbetteki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri yine ‘güvenilirlik’ olmaktadır.

Dost Olunacak Bir İnsanda ‘Güven’ Arayışı İçerisinde Olmak, Çok Hayati Bir İhtiyaçtır

Bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, iman şuuru almış bir insan için bu kişi, ‘temkinli olunması gereken’ bir insandır. Eğer bir kişi, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat olunmasını, samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşı tarafa ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da artırarak; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için öncelikli olarak yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamak olmalıdır.guvensizlik3
Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, Allah’tan çok derin bir saygı ile korkup sakınması ve Allah’a gönülden, katıksız bir imanla aşk ve tutkuyla iman etmiş olmasıdır. Allah’ın rızasını, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmemesidir. Allah’ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerebilmesidir. Allah’ın hoşnutluğunu, asla nefsinin hoşnutluğuna değişmemesidir. Allah’ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermemesidir. Kendinden önce her zaman mutlaka dinin ve inananların menfaatlerini gözetmesidir. Böyle güzel ahlaktaki bir insan, nefsini adeta terk etmiştir. Allah rızası için sevdiklerini, dostlarını her zaman için kendi nefislerinden önde tutar. Kendini temize çıkarabilme peşinde olmaz. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterir.
Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsini terk etmiş olmalı’dır. Nefis sevgisi terk edilmeden, bir insanın tam olarak güvenilir olma vasfı gösterebilmesi söz konusu olmaz. Her zaman nefsinin yanında olan bir insan, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ diye bir seçim söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Nefsinin memnuniyetini sağlamaya çalışmaktan vazgeçemeyecektir.
İşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu bilgileri bir kez daha düşünmeli, ahlakını bu yönde bir kez daha gözden geçirmelidir. ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı özelliklerden birinin bu olduğu asla unutulmamalıdır. Sorunu başka detaylarda arayıp sonuç almaya çalışmaktansa, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğu tam olarak anlaşılmalıdır.
Nitekim Kuran’da, cennete giren müminlerin, orada ‘esenlik ve güvenlik temennisiyle’ karşılanacağının bildirilmiş olması, dünya hayatında da bu özelliğin kazanılmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması açısından çok hikmetlidir:
“Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin.” (Hicr Suresi, 45-46)

Sayın Adnan Oktar Diyor ki:

“İnsanlar arasında güvensizlik ve sevgisizlik hakim, Mehdiyetle birlikte yeryüzüne sevgi hakim olacaktır.”guvensizlik4
ADNAN OKTAR: İnsanlar ölüyor, tanınan bilinen insanlar ölüyor. Neredeyse günaşırı eski sanatçılar, tanınmış, derin insanlar, Allah tutkusunu iyi bilen insanlar, birer ikişer dünyadan çekiliyorlar. O ayarda artık sanatçı gelmiyor, o ayarda bilim adamı gelmiyor, yani gidenlerden sonra bir boşluk oluşuyor, bu da ahir zaman alameti, bu kıyametin yakınlığını gösteriyor. Normalde, gidenden daha iyisi de gelebilir ama öyle olmuyor. İşte Cenab-ı Allah, son olarak hateme veli yani Hz. Mehdi (a.s.)’ı göndermiş, talebelerini göndermiş, dünya onunla hatem buluyor, son buluyor. Ondan sonra kıyamet ve insanların yeniden dirilişi, ondan sonra gerçek hayat başlayacak, inşaAllah. İman zafiyeti olduğu için de, insanların büyük bir bölümü birbirlerine ne güveniyorlar, ne de seviyorlar. Hatta “babana dahi güvenme” diyorlar, bu çok yaygın.
Çok korkunç bu dünya. Annene güvenme, babana güvenme, kardeşine güvenme, arkadaşına güvenme, bir kısım devletler halkına güvenmiyor, halk devlete güvenmiyor. Bu acı, bu felaket, bu sevgisizlik, bu güvensizliğin hemen kalkması lazım. Bunun için de Allah sevgisi gerekiyor. Allah’ı sevmedin mi, sistem böyle işliyor. Deccaliyetin insanları adeta cehennemin içine atması işte bu. Rivayette hadislerde Peygamberimiz (s.a.v.), “ deccalin cenneti ve cehennemi vardır” diyor. Çok büyük cehennemi var deccalin, işte dünyayı cehenneme çevirerek insanları o cehennemin içine attı deccal. Sevgisizlikle, muhabbetsizlikle, güvensizlikle insanlar yanıp kül oldular, mahvoldular. Yani üretim kabiliyetleri kalktı, güçleri kalmadı. Avrupa’nın bedeni çöktü, adamların bedeni çöktü çalışamıyor adamlar, üretim yapamıyorlar, kafaları durdu. Bir şey icat edemiyor, bir şey yapamıyorlar, gelişme durdu, öldü Avrupa. Amerika’da da bu şekilde.
Allah’a isyan, insanlığı mahvetti. Ama yeniden insanlar Allah’ı sevmeye başladılar, Allah’ı tanımaya başladılar, bir süre sonra sadece Allah’tan bahsetmeye başlayacaklar, ondan sonra dünya günlük güneşlik olacak, ondan sonra cennet gibi olacak, inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar’ın 31 Ocak 2013 tarihli A9 Tv röportajından)

Mültecilere Destek Olmak Allah’ın Razı Olacağı En Güzel Tavırdır

Birleşmiş Milletler dünya üzerinde yaklaşık 50 milyon mültecinin olduğunu bildirmekte ve bu mültecilerin çok büyük bir bölümünü Müslümanların oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Özellikle de sömürgeci ülkelerin İslam topraklarının zengin kaynaklarını ele geçirme hedefleri nedeniyle son bir asırdır milyonlarca Müslüman toprağını, evini, işini terk etmiş, komşu ülkelerde, kamplarda çok zor şartlar altında yaşamak zorunda bırakılmışlardır. Savaş, şiddet ve işgal neticesinde gerçekleşen bu ilticaların ardından terk edilen topraklara başka halklar yerleştirilmiştir. Örneğin günümüzde Filistin halkının üçte ikisi mülteci konumundadır. Hatta Filistin’in içinde yaşayanların dahi büyük bölümü evlerini terk etmek ve kamplarda yaşamak zorunda bırakılmışlardır. ABD müdahalesinin ardından çok sayıda Iraklı, zulüm gördükleri  Burma’da evlerini terk eden Arakanlılar, 2 milyona yakın Afgan, Keşmirli, Somalili, Rohingyalı kısacası yüzbinlerce mülteci var. Şimdi de Suriye’de yüzbinlerce mülteci ana yurtlarını terk etmektedir.

İslam Tarihinde Mülteci Hukuku Çok Önemli Bir Yer TutarEnsar1

İslamiyet’in ilk yıllarında işkence ve zulüm dayanılmayacak noktaya geldiğinde Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ve Muhacirler Medine’ye iltica etmişlerdi. Mekke’den Medine’ye göç eden bu Müslümanlara “Muhacirler” yani göç edenler denilmiştir. Muhacirler Medineli Müslümanlar tarafından çok güzel bir şekilde ağırlanmışlardır. Muhacirleri barındıran, onlara her türlü yardımda bulunan Medineli Müslümanlar ise “Ensar” (yardım edenler) olarak adlandırılmıştır, Allah bu iki mümin topluluğunun her ikisinden de razı olduğunu şöyle bildirmektedir:
“İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cehd edenler (çaba harcayanlar) ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte gerçek mümin olanlar bunlardır. Onlar için bir bağışlanma ve üstün bir rızık vardır.” (Enfal Suresi, 74)
Peygamberimiz (s.a.v.)’in “Ensar-yardımcı” ismini verdiği Medine halkı önceki yıllarda hac mevsimlerinde Mekke’ye giderek gizlice Resulullah (s.a.v.)’e biat eden ya da biat eden Müslümanların tebliği ile İslam dinini kabul eden Yesriblilerden oluşuyordu. İslam’ı Mekkeli Müslümanların çoğundan daha geç kabul etmişlerdi ama onlar gibi güzel ahlaklı, samimi ve fedakardılar. Bu değerli zatlar kendilerine sığınan Muhacirleri kardeş bilmiş, mallarını evlerini, yiyeceklerini Muhacirlerle gönülden paylaşmışlar ve üstün bir ahlak göstermişlerdir. Allah Ensar’ın gösterdiği bu güzel ahlakı şöyle bildirmiştir:
“Kendilerinden önce o yurdu (Medine’yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine) yerleştirenler, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar, felah (kurtuluş) bulanlardır.” (Haşr Suresi, 9)
Ensar’ın bu güzel ahlakı hayırlara vesile olmuş ve İslam sadece Medine’ye değil tüm dünyaya yayılmıştır. Allah hicret edenleri ve onlara yardım eden bu üstün ahlaklı Ensar’ı Tevbe Suresi’nde şu şekilde müjdelemektedir:
“Öne geçen Muhacirler ve Ensar ile onlara güzellikle uyanlar; Allah onlardan hoşnut olmuştur, onlar da O’ndan hoşnut olmuşlardır ve (Allah) onlara, içinde ebedi kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük ‘kurtuluş ve mutluluk’ budur.” (Tevbe Suresi, 100)
Kuran ayetlerinde gösterdikleri fedakarlık, sevgi, şefkat ve merhametleri övülen bu topluluğun güzel tavırları günümüzdeki mülteciler için de uygulanmalıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) Zamanındaki Ensar Gibi Suriyeli Mülteci Kardeşlerimize Sahip Çıkmak İslam Anlayışının Gereğidir

Suriye ile ilgili tartışmaları dinlemek, bazı provokatörlerin çirkin tavırları yüzünden bu mazlum insanların tekrar savaş ortamına dönmeyi tercih ettiklerini duymak, gümrük kapılarında beklerken yüzlerindeki o çaresiz ifadeyi görmek vicdan sahibi insanların tümünü elbette çok rahatsız etmiştir. Düşünün ki bu insanların çok büyük bölümü meslek sahibi, geniş imkanlara sahip, evi, arabası, geçim kaynakları olan insanlardı. Ancak Suriye’deki zulüm o kadar şiddetli ki, ölüm korkusuyla arkalarına dahi bakmadan kardeş topraklara iltica ettiler, hicret ettiler. Her an bombalanmak, tecavüze uğramak, dipçiklerle öldürülmek yerine Muhacir olmayı, mülteci olmayı tercih ettiler. Yıllardır emek emek kurdukları hayatlarına dair hiçbir şeyi akıllarının ucuna dahi getirmeden sadece ailelerini koruyabilmek için topraklarımıza sığındılar.Ensar2
Ülkemize gelen bu Suriyeli kardeşlerimizle olan ilişkimizi politika, siyaset veya ülke ekonomisi çerçevesinde düşünmek, “konjonktür, jeopolitik, reelpolitik” gibi kavramların arkasına sığınarak soğuk açıklamalar yapmak insanlığımız adına büyük bir felaket olur. Bizim hayatımıza dair her şeyi olduğu gibi halihazırda yaşanan bu durumu da İslam ahlakı çerçevesinde, sağduyu ve vicdanla düşünmemiz ve ona göre vicdanımızı kullanarak davranmamız gerekir.

Allah’ın Kuran’da Bildirdiği Üstün Merhametli Ahlak

Allah Kuran‘da Muhacirlerle, yani zalim yöneticilerin elinde zulüm gören savunmasız insanlarla karşı karşıya olduklarında Müslümanların nasıl bir tavır göstermeleri gerektiğini şöyle bildirir:
“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına mücadele etmiyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Ayette bildirildiği gibi mazlum erkekler, kadınlar ve çocuklar söz konusu olduğunda Müslümanların hemen yardıma koşmaları emredilmektedir. Bu yardım zamanın şartlarına göre gerekirse savaşmak, gerekirse tüm imkanlarını onlar için seferber etmektir. Allah bu ayetiyle ırk, inanç, mezhep hiçbir ayrım gözetilmeden zulme uğratılan her kavme yardım etmeyi Müslümanlar üzerine bir sorumluluk kılmıştır.
Kuran ayetlerinde zulüm gören bir kavme yardım için gerekirse savaşılması emredilirken, evini, yiyeceğini, suyunu ve diğer maddi imkanlarını bu mazlum insanlarla paylaşmamak, yardıma muhtaç olan savunmasız insanlara yardım etmemek, sadece kendi çıkarlarını düşünmek Kuran’da yerilen, çirkin bir davranıştır. Kuran’da “yolda kalmış kişilere” yardım eli uzatılması şöyle emredilmiştir
“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsraf ederek saçıp-savurma.” (İsra Suresi, 26)
Görüldüğü gibi yolda kalmış kişiler Kuran ayetlerine göre yardım etmede öncelikli bir gruptur. Mültecilik ise yolda kalmışlığın, yani evsiz, yiyeceksiz bir yolculuk halinin tam karşılığını oluşturmaktadır.
İşte İslam ahlakının ve vicdanın bir gereği olarak bizler de Peygamberimiz (s.a.v.)’i ve sahabeleri üstün bir ahlak örneği göstererek en güzel şekilde karşılayan Ensar gibi olmalıyız. Kendimizden önce Suriyeli kardeşlerimizi düşünmeli, önce onların yiyeceğini, içeceğini, sıcağını, yatacak yerini temin etmeli, onları rahatsız edecek her türlü tavır ve konuşmadan dikkatle kaçınmalıyız.
Hicret, yalnızca Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde yaşamış olan sahabeler için değil, onlardan sonra yaşayan ve onların yolunu izleyen tüm müminler için son derece güzel bir örnek oluşturmaktadır. Önemli olan ise, hicretin şeklinden çok, hicret sırasında yaşanan manevi gelişim, imani olgunluk ve güzel ahlak ya da bir başka deyişle hicretin ruhudur. Bu ruh, farklı şekillerde de olsa tüm müminler tarafından her çağda ve her coğrafyada yaşanabilir.

ADNAN OKTAR:

“Suriyeli mülteci kardeşlerimizin yaşadığı zulme seyirci kalmak olmaz”Ensar4
“Suriyeli mültecilere yönelik sözler çok ayıptır, misafire böyle söylenmez. Bakın, bu insanlar nasıl geliyor biliyor musunuz?
Kaçıyor çocuklarıyla beraber, diyorlar ki “Çocuklarımıza, kızlarımıza tecavüz ediyorlar, bizleri öldürecekler” diyorlar. “Allah rızası için bizi kurtarın” diyorlar. Kapıya gelmiş, sen de kapıyı yüzlerine kapatıyorsun. Ne konuma düşersiniz biliyor musunuz, Allah vermesin. Bu cinayetlere, tecavüzlere seyirci kalmış olursunuz o zaman. Bir çocuğu biri kesmeye kalkıyor, elini kaldırmış, elini tutsan durduracaksın. Ne demektir bu? Tutmazsa elini, bu cinayete sessiz kalmış olur o kişi, Allah vermesin.
Yapmayın, etmeyin. 1 milyon kişi bile olsa Türkiye’ye alacağız Suriyeli kardeşlerimizi.
Provokasyon yapıyorlar, provokatörler buluyorlar. Biz bunlardan etkilenmeyiz, 100 bin bomba patlatsalar, biz Suriye’den bize sığınan insanlara kapı kapattırmayız. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı yapılsınlar, kanun çıkarılsın, geri göndermeyelim onları Suriye’ye veya iki vatandaşlıkları olsun. Türk vatandaşlığına da geçirelim. Ev yapalım yerleşsinler Hatay’a.
Allah vermesin, bu nasıl bir şeydir böyle? Allah Katında sorumluluğu olabilir bunun. Cinayete seyirci kalınmış olur böyle bir durumda.
Ben merak ediyorum, bu kişiler kendileri Suriye’de olsalardı ve birileri onları öldürmeye kalksaydı, çocuklarına hanımlarına tecavüz etmeye yeltenselerdi ve kapı da yüzlerine kapatılsaydı, nasıl karşılarlardı bu durumu?
Tabi ki hiç kimse bunun kendisine yapılmasını kesinlikle istemez. (12 Mayıs 2013, A9 TV)

Mültecilere Yardım Kişiye İman Derinliği ve Olgunluk Kazandırır

Mültecilere yardım insanın nefsindeki cimri ve bencil tutkulardan arınmasına vesile olur. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zamanında olduğu gibi mültecilere yardım edenler ve onlara maddi manevi çeşitli imkanlar sunanların Allah’ın izniyle imanları sağlamlaşmış ve ahlakları olgunlaşmıştır. Çünkü mültecilere yardım edenler sahip oldukları tüm malları Allah’ın rızasını kazanabilmek için kullanarak, dünya hayatına dair hiçbir maddi imkana değer vermediklerini gösterirler. Mümin kardeşlerinin huzuru ve rahatlığı için her türlü fedakarlıkta bulunurlarken, kendi  nefislerindeki tüm bencil duygulardan kurtulmuşlardır.Ensar3
Bu nedenle mültecilere yardım her şeyden önce imanda derinleşmek, kamil imana kavuşmak için önemli birer vesiledir. Allah Kuran’da onların bu üstün ahlakını şöyle haber vermektedir:
“Gerçek şu ki, iman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cehd edenler (çaba harcayanlar) ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. İman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiçbir şeyle velayetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle onlar arasında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir.” (Enfal Suresi, 72)
Zaman, Ensar’ın gösterdiği üstün ahlakı, fedakarlığı gösterme zamanıdır. Ensar gibi olmak ihtiyaç içinde olana kucak açmaktır, gerekirse aç kalmak ama Muhacir’i yedirmek, gerekirse uyumamak ama Muhacir’e yatacak yer sağlamaktır. Ensar gibi olmak ırk, din, renk ayırımı gözetmeksizin muhtaç olanı bağrına basmak demektir. Bize yakışan şartlar, ne olursa olsun Ensar gibi olmaktır.