Selahaddin Eyyubi Döneminde Filistin’de Hakim Olan Adalet

Filistin'de her üç dinin mensupları barış ve huzur içinde yaşarken, Avrupa'daki bazı Hıristiyanlar bir "Haçlı" seferi organize etmeye karar verdiler. Papa II. Urban'ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi'nde yaptığı çağrı ile, "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" ve asıl olarak da Doğu'nun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlara karşı gerçekleştirdikleri pek çok yağma ve katliamdan sonra 1099 yılında gerçekten de Kudüs'e vardılar. Yaklaşık 5 hafta süren uzun bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve Haçlılar kente girdiler. Ve dünya tarihinde eşine az rastlanır bir vahşet gerçekleştirdiler. Şehirdeki tüm Müslümanları ve Musevileri kılıçtan geçirdiler. Bir tarihçinin ifadesiyle "Buldukları tüm Arapları ve Türkleri öldürdüler... Erkek veya kadın, hepsini katlettiler." (Geste Francorum, or the Deeds of the Franks and the Other Pilgrims to Jerusalem, trans. Rosalind Hill, London, 1962, s.91) Haçlılardan biri, Raymund of Aguiles, bu vahşeti "övünerek" şöyle anlatıyordu:
Görülmeye değer harika sahneler gerçekleşti. Adamlarımızın bazıları -ki bunlar en merhametlileriydi- düşmanların kafalarını kesiyorlardı. Diğerleri onları oklarla vurup düşürdüler, bazıları ise onları canlı canlı ateşe atarak daha uzun sürede öldürüp işkence yaptılar. Şehrin sokakları, kesilmiş kafalar, eller ve ayaklarla doluydu. Öyle ki yolda bunlara takılıp düşmeden yürümek zor hale gelmişti. Ama bütün bunlar, Süleyman Tapınağı'nda yapılanların yanında hafif kalıyordu. Orada ne mi oldu? Eğer size gerçekleri söylersem, buna inanmakta zorlanabilirsiniz. En azından şunu söyleyeyim ki, Süleyman Tapınağı'nda akan kanların yüksekliği, adamlarımızın dizlerinin boyunu aşıyordu. (August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 261)
Haçlı ordusu Kudüs'te iki gün içinde yaklaşık 40 bin Müslümanı üstte anlatılan yöntemlerle vahşice şehit etti. (August C. Krey, The First Crusade: The Accounts of Eye-Witnesses and Participants, Pinceton & London, 1921, s. 262) Filistin'in, Hz. Ömer'den bu yana süren barış ve huzuru, korkunç bir katliamla sona ermiş oldu.
Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu. Ancak Filistin'e vahşet getiren Haçlıların ömrü fazla uzun olmayacaktı. Ortadoğu'daki tüm Müslüman emirlikleri birleştiren Selahaddin Eyyubi, 1187'deki Hıttin Savaşı'nda tüm Haçlı ordusunu bozguna uğrattı.
Selahaddin Eyyubi Hıttin'den üç ay sonra -tam da Peygamberimiz (sav)’in bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü mübarek Mirac günü- Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları şehit etmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahaddin Eyyubi'nin aynısını kendilerine yapacağını korkuyla bekliyorlardı. Oysa Selahaddin Eyyubi kentteki Hıristiyanların hiçbirine en ufak bir zarar vermedi. Dahası, sadece Latin (Katolik) Hıristiyanların şehri terk etmelerini emretti; 'Haçlı' kimliğine sahip olmayan Ortodokslar ise şehirde yaşamaya ve diledikleri gibi ibadet etmeye devam edebilirlerdi. İngiliz tarihçi Karen Armstrong, Müslümanların bu ikinci Kudüs fethini şöyle anlatır:
2 Ekim 1187'de Selahaddin ve ordusu Kudüs'e fatihler olarak girdiler; gelecekteki 800 yıl boyunca şehir bir Müslüman kenti olacaktı... Selahaddin (katliam yapmamak üzere) önceden Hıristiyanlara verdiği sözü tuttu ve şehri yüksek İslami prensiplere göre aldı. Kuran'da emredilmiş olduğu gibi şiddetten kaçındı, 1099 yılındaki katliamların öcünü almaya kalkmadı. Tek bir Hıristiyan öldürülmedi, hiçbir yağma yapılmadı. Esirleri serbest bırakmak için istenen fidyeler ise son derece düşük tutuldu... Kuran'da emredildiği gibi, esirlerin çoğunu da hiçbir fidye almadan serbest bıraktı... Selahaddin'in kardeşi El-Adil, bin kadar esirin kendi hizmetine verilmesini istedi ve sonra hepsini -acınacak durumda olduklarını gördüğü için- karşılıksız olarak serbest bıraktı... Şehirdeki zengin Hıristiyanlar, değerli eşyalarını yükleyip şehirden bir an önce gittiler, oysa ellerindeki para, şehirdeki tüm savaş esirlerinin fidyesini ödemeye fazlasıyla yetiyordu. Başrahip Heraclius, herkes gibi 10 dinarlık fidyesini ödedi, sonra da şehri hazinelerle dolu arabalarla terk etti. (Karen Armstrong, Holy War, s. 185)  
Görüldüğü gibi Selahaddin Eyyubi ve onun komutasındaki Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı son derece adil ve merhametli davranmışlar, hatta onlara kendi liderlerinden çok daha fazla merhamet etmişlerdi.
Kudüs'ten sonra, Filistin'in diğer şehirlerinde de Haçlıların vahşeti ve Müslümanların adaleti sürdü. İngiliz tarihinde büyük bir kahraman gibi tanıtılan Kral I. Richard 1191 yılında, Akra Kalesi'nde aralarında pek çok kadın ve çocuğun da yer aldığı tam 3000 Müslümanı şehit etmişti. Müslümanlar bu vahşetlere şahit olmalarına rağmen, hiçbir zaman aynı yöntemlere başvurmadılar, Allah'ın "Bir topluluğa olan kininiz, sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin"  (Maide Suresi, 2) hükmü uyarınca, hiçbir zaman masum sivillere karşı şiddet uygulamadılar. Mağlup ettikleri Haçlı ordularına karşı dahi, gereksiz şiddet kullanmadılar.
Haçlıların vahşeti ve ardından gelen Müslüman adaleti, tarihi bir gerçeği bir kez daha göstermiş oluyordu: Filistin'de farklı inançlara birarada yaşama imkanı veren adil bir yönetim, ancak İslam'ın ahlakının yaşanmasıyla olabilirdi. Bu gerçek, Selahaddin Eyyubi'den sonraki 7 yüzyıl boyunca, özellikle de Osmanlı döneminde ispatlanmaya devam etti.

İslam Bilginlerinin ''Maddenin Aslı'' İle İlgili Görüşleri


Bazı Müslümanlar, maddenin beynimizdeki hayali ile muhatap olduğumuz gerçeğinin İslam dini ile bağdaşmadığını öne sürmekte ve geçmişte din alimlerinin bu gerçeği kabul etmediklerini iddia etmektedirler. Oysa bu doğru değildir. Aksine burada anlatılanlar Kuran ayetleri ile tamamen mutabıktır; hatta birçok ayetin, cennet ve cehennem, sonsuzluk, zamansızlık, ölümden sonra diriliş, ahiret gibi Kuran'da bildirilen konuların kesin bir kavrayışla anlaşılması açısından da son derece önemlidir.
     Elbette ki bu konu bilinmese de, bir insan gerçek imanı yaşayabilir. Allah'ın Kuran'da bildirdiği herşeye gönülden ve hiçbir şüphe duymadan iman edebilir. Ama şunu belirtmek gerekir ki, bu konu insanın imanda ve yakinde derinleşmesini sağlar ve nitekim geçmişte birçok önemli İslam alimi de, bu gerçeği bu yönde açıklamışlardır. Yalnızca yaşadıkları dönemde bilimin bu konuyu henüz açığa çıkarmamış olması ve konuyu yanlış anlamaya müsait akımların varlığı, onların bu anlattıklarının yayılmasını ve geniş kitlelerce bilinmesini engellemiştir.

      İmam Rabbani'nin Açıklamaları

islamgorus2     Bu konu üzerinde detaylı yorumlar yapan İslam alimlerinden biri, "hicri onuncu asrın müceddi" sayılan ve asırlardır tüm ıslam dünyasının büyük saygısını kazanmış olan ımam Rabbani'dir. ımam Rabbani'nin, Mektubat adlı eserinde bu konuyla ilgili çok detaylı izahlar bulunmaktadır. ımam Rabbani Allah'ın kainatı "his ve vehim mertebesinde", yani algı derecesinde yarattığını şöyle açıklamaktadır:
     "Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, Sübhan Hak, kemal-i kudreti ile, adem (yokluk) aleminde isimlerden her bir isim için mazharlardan bir mazhar tayin etti. Ve onu, his ve vehim mertebesinde yarattı. Hem de dilediği vakitte ve istediği şekilde... Hariçte (dışarıda) dahi, yüce Vacib Zat'ın (Allah'ın) zat ve sıfatlarından başkası da sabit ve mevcud olmaya..." 1
      İmam Rabbani, bir başka mektubunda ise, tüm maddi alemin sadece vehim mertebesinde yaratılmış olduğunu bir kez daha şöyle vurgular:
     "Yukarıda şöyle bir cümle kullandım: "Sübhan Hak'kın halkı (Allah'ın yaratışı), his ve vehim mertebesindedir." 2
      Dikkat edilirse, ımam Rabbani, bizim gördüğümüz alemin, yani tüm mahlukatın "vehim mertebesinde", yani algı düzeyinde yaratıldığını özellikle vurgulamaktadır. Bu yöndeki açıklamalarından bir diğeri ise şu şekildedir:
      "Hariçte Yüce Hak'tan başka mevcut değildir... Belki de şanı büyük Allah'ın yaratması ile vehim mertebesinde sübut (sabitlik) bulmuştur.... Eğer onun bir sübutu (sabitliği) var ise, o dahi, yüce Allah'ın vehim mertebesindeki sanatı iledir. Hulasa, onun sabitliği ve görüntüsü tek mertebede olmaktadır. Sübutu bir yerde, görüntüsü dahi ayrı bir yerde değildir..." 3
     Muhyiddin Arabi'nin Açıklamaları

     Yegane mutlak varlığın Allah olduğunu, kainatın ise O'nun tarafından vehim mertebesinde yaratıldığını açıklamış olan bir diğer büyük ıslam alimi, Muhyiddin Arabi'dir. ılimdeki derinliği nedeniyle "şeyh-i Ekber" (en büyük şeyh) olarak da anılmış olan Muhyiddin Arabi, Fusüs-ül Hikem (Hikmetlerin Özü) adlı kitabında kainatın Allah'ın tecellilerinden oluşan bir gölge varlık olduğunu şöyle açıklamıştır:
     Biz diyoruz ki, bilmelisin ki, Hak'tan başka varlıklar, yahut alem adıyla anılan şey, Hak'ka nispetle bir şahsın gölgesi gibidir. Böyle olunca masiva, yani Allah'tan başka olan varlıklar, Allah'ın gölgesidir... Gölge şüphesiz histe mevcuttur.4
     Hazret-i Muhammed Aleyhisselam "insanlar uykudadır, öldükleri vakit uyanırlar" buyurmuştur. Demek ki, dünya hayatında gördüğü şeyler uyuyan kimsenin rüyasında gördüğü şeyler gibidir. Yani hayaldir. 6
     Felsefecilerin Sapkınlığı

islamgorus3     Maddenin bir vehimden ibaret olduğu yönündeki bu açıklamalar, bazılarınca yanlış anlaşılmakta ve eski Yunan felsefecilerinin ya da diğer bazı dinsiz filozofların görüşlerine benzer sanılmaktadır. Maddenin bir vehim olduğunu söyleyen filozoflar olmuştur, ancak bu kişiler, bu vehmin Allah tarafından yaratıldığı gerçeğini kavrayamayarak dalalete düşmüşlerdir. Örneğin Eski Yunan'daki sofistler "madde kendi kendimize yarattığımız bir algıdır"demişlerdir. Bu görüş, akli ve ilmi yönlerden saçma ve dinen de sapkındır. Doğrusu ise, baştan beri vurguladığımız gibi, maddenin Allah tarafındanyaratılıp var olduğu, ancak bizim maddenin aslını değil sadece zihnimizde algıladığımız halini biliyor olmamızdır.
     Felsefecilerin bu sapkın görüşleri ile bizim tarafımızdan açıklanan ve ıslam alimleri tarafından haber verilmiş olan "maddenin mahiyeti" konusunun açıklamasını karıştırmak ise çok büyük bir hata olur. Nitekim ımam Rabbani de, maddenin bir algı olduğu yönündeki bu açıklamalarla, Eski Yunan'dan kaynaklanan sapkın felsefelerin hiç bir ilgisi olmadığını özellikle vurgulamıştır. Mektubat'ında bu konuda şu yorumu yapmıştır:
     "Alem için 'mevhum' sözümüz, şu manaya değildir: 'O vehmin yapması ve yontmasıdır.'... Elbette, o sözümüzün manası şudur: Sübhan Hak, alemi vehim mertebesinde yarattı...Bu arada, mecnunlar güruhu sofestaiyenin (felsefecilerin) kail olduğu (söylediği) mevhum ise, bir başkadır. Bunların kail oldukları (söyledikleri) vehmin icadı ve hayalin yontmasıdır. iki mana arasında çok fark vardır." 7

      Maddenin Aslının Anlaşılması Zorunludur

islamgorus4     Görüldüğü gibi, maddenin sadece zihnimizdeki haliyle muhatap oluyor olmamız, büyük ıslam alimleri tarafından da haber verilmiş çok önemli bir gerçektir. Ancak tarihte bu konu hiç bir zaman geniş kitlelere ulaşmamış, hep sınırlı sayıda insanın bilgisi dahilinde kalmıştır. ıçinde yaşadığımız çağda ise, söz konusu gerçek, bilimin ortaya koyduğu kanıtlarla açıklanır hale gelmiş bulunmaktadır. Dışarıda var olan maddesel evrenin aslıyla muhatap olmadığımız gerçeği, dünya tarihinde ilk kez bu denli somut, açık ve anlaşılır bir biçimde izah edilmektedir. Bu nedenle herkesin bu konu üzerinde düşünmesi gerekir. En başta da Müslümanların bu konuya büyük önem vermeleri gerekmektedir. Çünkü maddenin aslı ile ilgili bu gerçeklerin anlaşılması, gerçek Allah inancının elde edilmesi açısından çok önemlidir. Çünkü aksi takdirde maddenin mutlak gerçek sayılması gündeme gelecek ve ya Allah'ı inkar eden materyalist felsefe veya çarpık Allah inançları gelişecektir.

     Materyalistler "madde tek mutlak varlıktır ve Allah yoktur" yalanını söylemektir. Biz ise "tek mutlak varlık Allah'tır, maddeyi Allah yaratmıştır, ancak biz maddenin zihnimizdeki haliyle muhatap oluruz" demekteyiz. Tüm güç, maddeyi her an yaratmakta olan Allah'a aittir. İslam'ın temeli olan "La ilahe illallah" yani "Allah'tan başka ilah yoktur" hükmünün asıl manası da budur. Allah'tan başka ilah yoktur ve aslında Allah'tan başka hiç bir şey yoktur. Yalnızca Allah ve O'nun tecellileri vardır. Görünen her şey, O'nun tecellisidir.

     Maddenin ardındaki sırrın kavranması, işte bu asıl mananın kavranmasını sağlayacağı için çok önemlidir. Bu gerçeğin kavranmasının derin iman ve ilim sahibi kişilere mahsus olduğu ise bir ayette şöyle belirtilir:
     Allah, gerçekten kendisinden başka ilah olmadığına şahitlik etti; melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka ilah olmadığına adaletle şahitlik ettiler. Aziz ve Hakim olan O'ndan başka ilah yoktur. (Al-i İmran Suresi, 18)
1- Mektubat-y Rabbani, 470. Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 517-18
2- Mektubat-y Rabbani, 357. Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 163
3- Mektubat-y Rabbani, 470.Mektup, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 519
4- Fusus-ül Hikem, çev. Nuri Gencosman, Ystanbul 1990, s. 117-18
6- Fusus-ül Hikem, çev. Nuri Gencosman, Ystanbul 1990, s. 220
7- Mektubat-y Rabbani, 480. Mektub, çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile yayynevi, 1983, s. 543, 545

Kaynak: http://harunyahya.org/tr/Makaleler/151061/Islam-bilginlerinin-maddenin-asli-ile-ilgili-gorusleri

Mısır’da durum ancak demokrasi ve modern bir İslam anlayışının benimsenmesiyle sakinleşir

Diktatörlükler ve askeri darbeler tarihin hiçbir döneminde insanlara fayda getirmemiştir. Kökeni ne olursa olsun bir darbe demokrasiyi öldürür; hiçbir şekilde bir gerekçesi ya da açıklaması olamaz; hiçbir şekilde kabul edilemez.  Seçimle başa gelmiş hükümetler her ne kadar galiz hatalar yapmış dahi olsalar, demokratik hukuk kuralları çerçevesinde, arabulucular ve ikili görüşmelerle medeni bir şekilde uyarı ve hatırlatmalar yapılmalıdır. Bu yüzden, hangi görüşten, ideolojiden ya da siyasi eğilimden olursa olsun, demokrasiye inanmış insanların Mısır'daki bu manzaraya demokratik yollarla tepkilerini göstermeleri, sessiz kalmamaları gereklidir. Aksi, dünya çapında demokrasiye karşı işlenmiş bir ihanet olur.

Böyle bir darbeye verilecek destek, diğer toplumlar için de kötü bir örnek teşkil edecek, bunun meydana getireceği zararlı sonuçlar ve etkileri büyük olasılıkla Batı ülkelerine de sıçrayacaktır. Fransa’da da darbe girişimi, Almanya’da şiddet dolu ayaklanma geçmişi ve ABD ve İngiltere’de sosyo-politik istikrarsızlıklar olduğu unutulmamalıdır.
Mısır'da, Cumhurbaşkanı Mursi'nin, hükümet ve parti üyelerinin tutuklanmaları ya da göz hapsinde tutulmalarının hiçbir hukuki ve meşru dayanağı yoktur. Keyfi olarak, sorgusuz ve gerekçesiz bir şekilde insanların özgürlüğünü elinden almanın hiçbir açıklaması yoktur. Bu kişiler bir an önce bırakılmalı ve bu, dünyanın tüm demokratik ülkeleri için kesin bir öncelik olmalıdır.
Mısır'daki mevcut durumun düzelmesi için seçimlerin en kısa sürede yapılmasına yönelik gerekli düzenlemelerin ve organizasyonların yapılması, mevcut demokrasi kesintisinin derhal onarılması hayatidir. Bu seçimlere halkın yaklaşık % 52'sini temsil eden İhvan partisinin de rahat ve güvenli biçimde hazırlanabilmesi sağlanmalıdır. Aksi bir uygulamada, halkın büyük çoğunluğunun kendilerini temsil yetkisi verdiği Mursi'nin yerine, halkın kanaatinin olmadığı bir kişinin tepeden inme göreve getirilmesi, hem o kişi hem de demokrasi için bir utanç vesilesi olacaktır. Ayrıca namaz kılan insanların üstüne ateş açılması, asla kabul edilemez, hiçbir gerekçeyle açıklanamayacak akıl almaz bir vahşettir. Eğer silah ve şiddetle yapılan bu müdaheleye aynı şekilde karşılık verilirse, Mısır bir anda çok tehlikeli bir yere dönüşebilir.
Gelinen şu noktada, Mısır'ın içinde bulunduğu açmazdan kurtulması için iki temel koşul ortaya çıkmaktadır. Birincisi buraya kadar söz ettiğimiz tutuklama ve hukuksuzluklara derhal son verilerek en hızlı biçimde demokratik seçimlere gidilmesidir. İkinci koşul ise Mısır toplumunun topyekun, halkıyla, idarecisiyle, yönetim anlayışıyla, sosyal yapısıyla bağnazlıktan kurtulmasıdır.
Yalnızca Mısır'a değil, Ortadoğu'nun hemen tamamına hakim olan Kuran dışı kaynaklara ve hurafelere dayanan bağnaz anlayış, yanlış bir şekilde İslam olarak algılanmaktadır. İslam'ın özüyle ve Kuran'ın ruhuyla taban tabana zıt olan bağnaz zihniyet, İslam dünyasının sanat, bilim ve teknolojiden uzak, fikri ve maddi geri kalmışlığının sebebidir. Dolayısıyla Mursi’nin sanat, güzellik ve estetiğe de önem vermesi son derece önemlidir. Müslüman Kardeşler modernlikleriyle herkese örnek olmalı ve herkesi son derece şık, temiz ve kaliteli bir görünüm ve yaşam şekline teşvik etmeli ve özellikle de gençlerin de bu yöndeki meşru özgürlüklerini koruyan bir politika izlemelidir. Özgürlükler her zaman için Müslümanların da lehinedir; çünkü din asıl olarak özgürlük ortamında gelişir.
İslam adına ortaya çıkan bir siyasi hareketin esas alması gereken ölçü bağnazlık değil, Kuran'da öğütlenen sevgi, şefkat, hoşgörü, adalet ve demokrasi anlayışıdır. Özellikle toplumun geneline sevgi ve saygı ruhunun yerleştirilmesi, her görüşten her akımdan her dinden her inançtan insanların kucaklanması, haklarına, özgürlüklerine, rahat ve konforlarına titizlik gösterilmesi son derece hayatidir. Farklı fikir ve inançlara sahip insanlar beraber yaşayabilmeli ve birbirilerine saygı ve sevgi duyacakları bir zemin sağlanmalıdır. Bunu sağlamak devletin ana görevidir.
Ayrıca kadınlar ve gençler alabildiğince özgür bir şekilde toplum içindeki yerlerini aldıklarında ancak sağlıklı bir ülkeden bahsedilebilir. Bunun yanında bağnazlığın en büyük mağdurlarından olan kadınlara da layık oldukları değerin verilmesi, hak ve özgürlüklerinin korunması, sosyal yaşamda ve siyasette tüm toplum ile eşit konuma getirilmeleri de hayati önem taşımaktadır: Eğer kadınlar huzurlu ve rahatlarsa, toplum da huzurlu olur. Mısır’da kadınların hakları ön plana çıkarılmalı ve onlara son derece derin saygı gösterilmelidir. Aynı zamanda bu özgürlükler Kuran'ın da bir emridir çünkü dinde zorlama ve baskı kesin olarak yasaklanmıştır.
Özellikle de sözde din adına uygulanan, ama aslında Kuran ahlakına sonradan eklenmiş bağnaz zihniyete ait yanlış katı kurallar ve uygulamalardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Eğer Mursi taraftarları bu modern İslam anlayışını benimserlerse, toplumda ciddi bir rahatlama olur. Sanatın, müziğin, bilimin ilerlemesine, modern, bilgili, görgülü, kültürlü, temiz, ahlaklı, kaliteli, şuurlu nesillerin gelişmesine ön ayak olacak politikalar oluşturulması ve bu politikaların kararlı biçimde uygulanması gereklidir.
Sonuçta geç kalınmış bir durum yoktur. Tıkanmış, ilerlemeyen bir sistemi gözü kapalı bir biçimde, sonuçsuzca itmekte ısrar etmenin bir anlamı yoktur. Önemli olan geriye çekilip olayları üst boyuttan akılcı bir bakış açısıyla değerlendirip tıkanan noktaları tespit etmek ve akılcı çözümler içeren temiz bir sayfa açmaktır.
(Sayın Adnan Oktar'ın 07.08.2013 tarihinde Huffington Post internet sitesinde yayınlanan makalesinin Türkçe'sidir.)