Bediüzzaman; Hz. Mehdi (as)'in zuhur edeceği ahir zamanda, tek bir kişide toplanan ferdi baski gücünün yani despotik diktatörlük rejimlerinin, müslümanlar arasinda hamiyeti islamiyenin feveran etmesine neden olacağina dikkat çekmiştir

ÜSTAD BU SÖZÜNÜ HİCRİ 1327 (MİLADİ 1911) YILINDA ŞAM’DA EMEVİ CAMİİ’NDE VERDİĞİ HUTBESİNDE SÖYLEMİŞTİR. BURADA ÜSTAD, İSLAM ALEMİNİN, HİCRİ 1371'DEN YANİ MİLADİ 1951’DEN SONRAKİ GELECEĞİNE YÖNELİK İZAHLAR YAPMIŞTIR. ÜSTAD’IN HUTBE-İ ŞAMİYE’DE VERDİĞİ TARİHLERİN HEPSİ HZ. MEHDİ (A.S.)’IN ZUHUR ZAMANI OLAN HİCRİ 1400 İÇİNDEDİR.

İstikbal yalnız ve yalnız İslamiyetin olacak; ve hakim, Kur'ân-ı Kerîm'e uygun olan imanî gerçekler  olacak…..
Ey bu Emevi Camisi’ndeki kardeşlerim gibi İslam aleminin bu büyük camisinde olan kardeşlerim! Siz de ibret alınız. Bu kırk beş senedeki bu dehşetli olaylardan ibret alınız. Tam aklınızı başınıza alınız, ey düşünen ve akıl sahibi ve kendini bilgili telakkî edenler!
 Sözün kısası: Biz Kur’an talebesi olan Müslümanlar, doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran delile uyuyoruz, akıl ve fikir ve kalbimizle imani gerçeklere inanıyoruz. Başka dinlerin bazı insanları gibi rahipleri taklit için doğruyu yanlıştan, hakkı batıldan ayıran delilleri bir kenara bırakmıyoruz. Onun için, akıl ve ilim ve fenin hükmedeceği gelecekte,elbette akla uygun delilleredayanan ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.
Hem de, İslamiyet güneşinin görülmesine (ortaya çıkmasına) ve insanlığı aydınlatmasına engel olan perdeler açılmaya başlamışlar; o engel olanlar çekilmeye başlıyorlar. Kırk beş sene evvel o tan vaktinin işaretleri göründü. Yetmiş birde gerçek aydınlanma başladı veya başlayacak. Eğer bu Yalancı fecrde olsa, otuz-kırk sene sonra gerçek aydınlıkçıkacak.Evet, İslâmiyetin gerçekleriningeçmişteki  memleketlerinin tamamen istilasına sekiz dehşetli mani engel oldu.
Birinci, İkinci, Üçüncü Maniler: Ecnebîlerin cahilliği ve o zamanda vahşetleri ve dinlerine taassuplarıdır. Bu üç mani, bilim ve medeniyetin ahlâkî güzellikleri ile kırıldı, dağılmaya başlıyor.
Dördüncü, Beşinci Maniler: Papazların, rûhanî reislerin başkanlıkları ve zorbalıkları; ve ecnebîlerin körü körüne onları taklit etmeleridir. Bu iki mani dahi Hürriyet fikrive gerçekleri araştırma eğiliminin, insanoğlunda başlamasıyla sona ermeye başlıyor.

Altıncı, Yedinci Maniler: Bizdeki baskı ve şeriatın muhalefetinden gelen kötü ahlâkımız engel oluyordular. Bir şahıstaki ferdi baskı kuvvetinin şimdi sona ermesi, cemaat ve komitenin dehşetli baskılarının otuz kırk sene sonra sona ermesine işaret etmekle; ve hamiyet-i İslamiyenin şiddetli feveranıyla (coşmasıyla, galeyana gelmesiyle) ve kötü ahlakın çirkin neticelerinin görülmesiyle, bu iki mani de sona eriyor ve sona ermeye başlamış. İnşaAllah tam sona erecek.
Sekizinci Mani: Yeni ilimlerin bazı sağlam meselelerinin, İslâmiyetin gerçeklerinin görünen anlamlarına karşıt ve mualif zannedilerek, geçmiş zamandaki istilasına bir derece sed çekmiş.

Evet, hakikati araştıranbazı müslümanlarınbu yolda telifleri var. Bu Sekizinci dehşetli engelin altüst olacağına dair alametler görünüyor.
Evet, şimdi olmasa da otuz-kırk sene sonra fen ve gerçek bilim ve medeniyetin güzellikleri bu üç kuvveti tam hazırlayıp, ihtiyaç duyulan maddî manevî tüm ihtiyaçlarını verip, o sekiz manileri mağlûp edip dağıtmak için doğruyu arama eğilimini ve insafı ve insan sevgisini, o sekiz düşman taifesinin sekiz cephesine göndermiş. Şimdi onları kaçırmaya başlamış. İnşaAllah yarım asır sonra onları darmadağın edecek.
 Evet, meşhurdur ki, "En kesin fazîlet odur ki, düşmanları dahi o fazîletin tasdikine tanıklık etsin."
Tarihçe-i Hayat, Sayfa 80, 81
Üstad burada, bu hutbenin okunuşundan 40 yıl sonrasına dikkat çekmiştir. 40 yıl sonrası Hicri1371'den yani Miladi 1951’den sonraki İslam aleminin geleceğine yönelik izahlar yapmıştır.
Hicri 1371 + 30 = 1401 (Miladi 1981) (30 yıl sonrası)
Hicri 1371 + 40 = 1411 (Miladi 1991) (40 yıl sonrası)
Hicri 1371 + 50 = 1421 (Miladi 2001) (yarım asır sonrası)

Müslüman, bir millete toptan öfke duymaz, sadece zulmü yapana fikren karşı olur

Allah Kuran’da Müslümanların her zaman sevgiden, adaletten, barıştan, dostluktan yana olmaları gerektiğini bildirmiştir. Müslümanlar, Rabbimiz’in “Onlar, bollukta da, darlıkta da infak edenler, öfkelerini yenenler ve insanlar (daki hakların)dan bağışlama ile (vaz)geçenlerdir. Allah, iyilik yapanları sever.” (Al-i İmran Suresi, 134) ayetinde haber verdiği gibi öfkeyle değil affedicilikle, şefkatle, merhametle ve adaletle davranırlar.
Bu, insanların kendi aralarındaki olaylar için olduğu gibi, toplumlar arası ilişkilerde de geçerlidir. İki toplum arasında haksızlıklar, anlaşmazlıklar, gerilimler olması durumunda dahi Müslümanın yapması gereken her zaman adil ve şefkatli olmaktır. Müslümanlar, sıcak savaş ortamında dahi yiyeceği yemeği kendisinden önce esirlere veren bir ahlaka sahiptirler.

Allah bir ayette şöyle buyurmuştur:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Adil olmak için ise Allah’ı çok sevmek ve Allah’tan çok korkmak şarttır. Allah’ın adaleti seven olduğunu bildiğini Müslümanlar, Allah’a olan derin sevgileriyle insanlara karşı da koruyucu olurlar. Kendileri haklı olduğu durumda dahi haklarından bağışlamaya vazgeçen Müslümanlar, herhangi bir durum karşısında da affedicidir. Geçmişin hesabını tutarak kin dolu olmak Müslümanın asla üzerinde barındırmayacağı bir ahlaktır.


Söz konusu olan iki toplum arasındaki ilişkiler olduğunda da asıl olan barıştan yana olmaktır. Uzlaşmaya açık ve affedici bir tutum güzel olandır. Geçmişte yaşanan çatışmaların, mağduriyetlerin, haksızlıkların, zulümlerin hepsini bir kenara koyup, sevgiye, dostluğa ve barışa dayalı bir ortam meydana getirmek önemlidir. Barışı ve dostluğu değil de öfkeyi ve kini esas edinenler, sevebilecek hiç kimse, dost edinebilecek hiçbir ülke bulamazlar. Çünkü tarihte az veya çok her topluluk arasında bir anlaşmazlık, geçimsizlik yaşanmıştır. Bunlar ölçü alınarak hareket edilmesi durumunda hiçbir ülke ile iyi ilişki kurulması mümkün olmaz. Böyle yanlış bir mantıkla düşünüldüğünde ne ABD, ne Rusya, ne İtalya, ne İngiltere, ne Fransa dost görülemez. Her birine karşı düşmanlıkla yaklaşılacak bir sözde sebep bulunur. Sürekli düşmanlık ve kinin olduğu bir ortamda ise sadece karşı taraf değil bu kini kışkırtanlar da çok sıkıntılı, zor ve acı içinde bir hayat yaşarlar.


Önemli olan bu anlaşmazlıkları sürekli gündemde tutarak gerilimi tırmandırmak değil, sevgiyi, merhameti, affediciliği gündem yaparak herkesin huzur ve güzellik içinde yaşayabileceği bir ortam meydana getirmektir. Bu ise sabır, güzel ahlak, Allah sevgisi, Allah korkusu ve Kuran ahlakının tam yaşanmasıyla mümkündür.


Herhangi bir zulümle karşı karşıya olunması durumunda da, bu zulümden hiçbir ayrım yapmadan bir millet toptan o durumdan sorumlu tutulmaz. Allah Katında da Müslümanlar nezdinde de zulümden sadece zulmü yapan sorumludur ve bu kişi kanunlar ve hukuk ölçüsünde hak ettiği karşılığı görür. Ancak örneğin herhangi bir Amerikalının yaptığı zalimlikten dolayı tüm Amerikan halkından nefret etmek, ya da bir İsraillinin işlediği suç nedeniyle tüm Musevileri cani ilan etmek Kuran’a da akla ve mantığa da uygun değildir. Küçük çocukların, tertemiz genç kızların, annelerin, dedelerin, ninelerin birkaç kendini bilmez kişinin Darwinist, materyalist ideolojilerin etkisiyle yaptıkları zulümlerden sorumlu tutulmayacağı açıktır. Zulümden sorumlu olan sadece o zulmü yapandır.
Peygamberimiz (sav), içinde bulunduğumuz ahir zamanda Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) vesilesiyle artık savaşların, kavgaların son bulacağını, silahların kalkacağını, kurt ile kuzunun dahi yan yana güzellik içinde yaşayacağını müjdelemiştir. Bu müjdelerin gerçekleşmesinin arifesinde olduğumuz şu günlerde, tüm Müslümanlara düşen sorumluluk güzel sözle ve sabırla, nezaketli bir üslupla, ilmi ve bilimsel delilleri de ortaya koyarak İslam’ın güzelliğini anlatmak; insanlar arasındaki her türlü anlaşmazlığı sevgiyi telkin ederek ortadan kaldırmak; kardeşliğin ve dostluğun tesis edilmesi için tüm gücüyle gayret etmektir. Allah, inşaAllah samimiyetle gayret edenlere muhakkak başarı nasip eder. Bu güzel çaba ve gayret, Allah’ın izniyle, Hz. İsa (as) ve Hz. Mehdi (as) devrinde en güzel şekilde karşılık görecek, dünya hiç olmadığı kadar güzel, barış ve dostluk dolu bir mekan olacaktır.

İnkarcıların Allah'a Karşı Mücadele İçin Çaba Harcamaları Allah'ın Yarattığı Bir Mucizedir

Eğer bir insan Allah’ı inkar ediyor, Yaratılış'a inanmıyorsa, bu dünyanın bir sonunun olacağına ve ölüm ile birlikte yepyeni bir yaratılışla yaratılıp sonsuza dek var olacağı gerçeğine inanmak istemiyorsa, tüm sahip olduğunun bu dünyadan ibaret olduğunu sanıyorsa, o zaman bu insan, dehşetli ve ürkütücü bir bekleyiş içindedir. Kendisi bu durumun farkında değilmiş gibi görünmeye çalışır. Amacının dünyanın tadını çıkarmak olduğunu iddia eder. Yarını düşünmediğini, yalnızca anı yaşadığını savunur. Oysa bilinç altında daima “yok olma”nın endişesi vardır. Mutlak varlığına inandığı bu dünya hayatı gitgide kendisini terk etmektedir. Ölüm yaklaşmaktadır. Ölümün sonrasında ise, kendi batıl inancına göre, yalnızca bir yok oluş vardır. Bu, o kişi için gerçek anlamda dehşete düşürücüdür.

Allah’ı inkar içinde olan bir insanın yaşadığı dehşet, yalnızca yok olma korkusu ile sınırlı değildir. Yaratılış'ı reddeden, her şeyin sözde tesadüflerle var olduğunu zanneden, dolayısıyla kendisinin de bu evrenin de başıboş olduğu yanılgısına inanan bir insan için her şey aynı şekilde dehşet vericidir. Ayaklarının altında içi kaynayan bir mağmayı örten ince bir kabuk durmaktadır, Dünya ise uzay boşluğunun içinde büyük bir hızla dönüp durmaktadır. Eğer inandığı gibi her şey tesadüfi ise, dünyaya her an bir göktaşının çarpma ihtimali, her an derin ve büyük sarsıntılarla yeryüzünün tümünün yerle bir olma ihtimali kaçınılmazdır. Dünyada yaşamı elverişli kılan milyarlarca hassas ayar ve dengenin herhangi biri herhangi bir şekilde ortadan kalkabilir. Dolayısıyla böyle bir insan için hemen her şey tehlikedir, bir dehşet sebebidir. Tesadüfen attığına inandığı kalbi, tesadüfen vücuduna besin taşıdığına inandığı damarları, tesadüfen gördüğüne inandığı gözleri her an tehlike altındadır.

Bu insanlar, sahip oldukları tek şeyin bu dünya hayatı olduğuna inanan, ayette belirtildiği gibi "O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz." (Müminun Suresi, 37) diyen kişilerdir. Bu çarpık mantığa sahip insanların inkarının amacı ise, her ne kadar dehşet ve korku içinde yaşıyor olsalar da, yalnızca dünya hayatından mümkün olduğunca faydalanabilmektir. Dolayısıyla böyle bir insanın, yine tüm imkanlarıyla, kendince yok olmadan önce, tüm imkanlarını başıboş zannettiği dünyada canlı kalabilmek için seferber etmesi ve yalnızca bu doğrultuda çaba göstermesi beklenir. Fakat öyle olmamaktadır. Bu insanların büyük çoğunluğu, imkanlarını hayatta kalabilmek veya dünya zevkleri için değil, MÜSLÜMANLARLA MÜCADELE İÇİN SEFERBER EDERLER. Bu gerçekten de şaşılacak bir durumdur. Dünya hayatında edindikleri bütün görünürdeki gücü, parayı, imkanı, kısaca Allah'ın kendilerine verdiği her şeyi YALNIZCA Allah’a ve dine karşı mücadele edebilmek için, kendilerince Müslümanları güçsüz düşürebilmek için ve akıllarınca onlara eziyet verebilmek için harcamaları hayret vericidir.

Yüce Rabbimiz, bu gerçeği ayetleriyle haber vermiştir:

İnsanlara, şiddetli bir sıkıntı dokunduktan sonra, bir rahmet dokundurduğumuz zaman, ayetlerimiz konusunda hileli bir düzen kurmak (bir entrika çevirmek) onlar için (bir alışkanlık ve kötü bir edinim)dir. De ki: "Düzen kurmada (karşılık vermede) Allah daha hızlıdır. Şüphesiz, Bizim elçilerimiz, sizin 'geliştirmekte olduğunuz düzenleri' yazmaktadırlar." (Yunus Suresi, 21)

Zorluk anında Allah’ın kudretini görüp takdir eden inkarcılar, refaha erdiklerinde Yüce Allah’ın Kendi Fazlından lütfettiği rahmetini kendilerinden zanneder, büyük bir akılsızlıkla refah ve güç sahibi olduklarına inanarak bütün enerjilerini Müslümanlara karşı mücadeleye yöneltmektedirler. İşte Allah bu insanları, Müslümanların imtihanı için özel olarak yaratmıştır. Onların böyle yaratılmaları, Allah’ın varlığının büyük delillerinden biridir.

Tekvir Suresi'nin 18. Ayetinin ebced değeri 2009 yılını vermektedir


VE NEFES ALMAYA BAŞLADIĞI ZAMAN, SABAHA;

TEKVİR SURESİ18

Arapçası: “Ves subhı izâ teneffes(teneffese).”
şeddesiz = 1429 (hicri) = 2009 (miladi)



                   

İnkarcılar bu hayata dair geçici zevklerden asla zevk alamazlar - 3


Yüce Rabbimiz Kuran’da, bu dünya hayatını, bir süs, geçici bir meta, kısa süreli bir yararlanma, bir oyun ve oyalanma konusu olarak yarattığını belirtir. Allah’ı ve ahireti inkar ederek yalnızca bu dünya için yaşadıklarını iddia eden insanların, ilk bakışta dünya hayatının süs ve geçici zevklerinden faydalandıkları, dünya hayatını arzuladıkları şekilde zevk ve mutluluk içinde yaşadıkları düşünülebilir. Oysa gerçekte durum hiç de böyle değildir.

Dünyadaki hayatını anı anına yaşamak adına Allah’ı inkar içinde olan insanlar için bu dünya aslında korku ve dehşet yeridir. Bu insanlar yaşadıkları her an bir gün yok olacaklarını düşünerek endişe içindedirler. Ölen bir sinek bile onlara eninde sonunda buluşacakları ölümü hatırlatır. Ölüm onlar için dehşetlerin en büyüğüdür. Çünkü kendilerine göre tek sahip oldukları dünya ellerinden gidecek ve varlıklarından eser kalmayacaktır. Böyle bir bilgiye sahip bir insanın yaşadığı andan zevk alabilmesi nasıl mümkün olabilir? Elbette mümkün olmamaktadır.
Yok olup gideceğini düşünen bir insan bu dünyada ona zevk vermesi gereken her şeyden aslında büyük bir huzursuzluk duyar. Kantar kantar altını olsa, buna sahip olmak da, bunları harcamak da mutlaka ona acı ve sıkıntı verecektir. Müzik dinlemek, yemek yemek, eğlence yerlerinde vakit geçirmek, tatile gitmek, seyahat etmek, bir lokantada arkadaşlarıyla vakit geçirmek, evlenmek, ev, araba, arsa vs satın almak, kısaca dünyada sahip olacağı her nimet, onu mutlaka rahatsız edecektir. Tesadüfen meydana geldiğine ve her şeyin başıboş ve kontrolsüz olduğuna inandığı için akıl almaz bir sıkıntı ve kaygı içinde olur. Yok olma duygusu zaten tüm kaygıların üstündedir. Sadece bir an için bile, yok olup gideceğini aklına getirse, o mutlaka mutluluğunu götürecektir. Yaşadığı o anın, o hayatın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Kendisine mutluluk vereceğine inandığı şeyler bu düşüncesiyle birlikte onu öfkelendirmeye başlayacaktır. Müzik onu kızdıracak, eğlence ortamları kızdıracak, mal biriktirmek kızdıracaktır. İnsanlara hava atmak için aldığı arabasına binmek, güzel bir manzara görmek, evi, evinin dekorasyonu, hatta eşi, çocuğu ve yakın akrabaları dahi onun için hep kızdırıcı, neşe kaçırıcı birer unsur haline gelecektir. İnandığı o yok oluş anına her saniye biraz daha yaklaşmaktadır. Dolayısıyla her geçen an onun için daha fazla korku, daha fazla kaygı ve daha fazla kızgınlık sebebidir.


Yüce Rabbimiz, inkarcıların dünyaya ait zevklerini tüketirken aslında büyük bir sıkıntı içinde olduklarını bir ayette şöyle haber verir:

Allah, kimi hidayete erdirmek isterse, onun göğsünü İslam'a açar; kimi saptırmak isterse, onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, iman etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir. (Enam Suresi, 125)
Bir başka ayette ise Rabbimiz, içinde bulundukları dehşet ve sıkıntı nedeniyle bu kişilere cehennem azabının bir kısmının dünyada yetişmiş olduğunu haber vermektedir:

Derler ki: "Eğer doğruyu söylüyor iseniz, bu va'dolunan (azab) ne zaman?" De ki: "Belki de acele etmekte olduğunuzun (azabın) bir kısmı size yetişmiştir bile." (Neml Suresi, 71-72)
Zevk ve mutluluk ancak Allah sevgisi ile mümkün olur. Bir insan müzikten, insandan, çiçekten, güzel bir manzaradan, yaşadığı ortamdan, eğlenceden, dostluktan, alışverişten, sohbetten ancak içindeki iman neşesi ile zevk alabilir. Bütün bunların ona zevk verebilmesi için içinin rahat olması, vicdanının huzurlu olması şarttır. Kalbi ve vicdanı rahat olmayan bir insanın gerçek anlamda mutlu olabilmesi, zevk alabilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir. İman neşesi ise ancak Allah'ı çok seven, Allah'tan çok korkan, yaşadığı her anın Allah'ın lütfu olduğunu bilen bir insanın Allah’a karşı vicdanının rahat, içinin huzurlu olması ile mümkün olabilir.

Aslında her insan bu bilince sahiptir. İnkar edenler de dahil her insan vicdanına göre davranması gerektiğini çok iyi bilir. Vicdanın sesini Yüce Allah kendilerine ilham eder. Fakat bu insanlar, vicdanlarının sesine rağmen doğru olanı seçmediklerinden hiçbir zaman iç huzuruna ve mutluluğuna kavuşamamaktadırlar. Tam tersine yaşadıkları şey sürekli olarak korku, kaygı, endişe ve hüzündür.

Müslüman Nasıl Konuşmalıdır?

Dil Eğip Bükmeden Konuşmak

Müminlerin titizlikle kaçındıkları konulardan biri, Kuran'da ifade edildiği şekliyle 'dil eğip bükerek konuşmak'tır. 'Dil eğip bükerek konuşma'nın anlamı, son derece açık ve anlaşılır olan Kuran ayetlerini olduğundan farklı yorumlamaya çalışmaktır. Kuran'ın bir ayetinde Allah, dil eğip bükerek konuşmanın, kalplerinde imandan yana bir kayma olan münafıklara ait bir özellik olduğunu şöyle bildirmektedir:

“Sana Kitab'ı indiren O'dur. Ondan, Kitab'ın anası (temeli) olan bir kısım ayetler muhkem'dir; diğerleri ise müteşabihtir. Kalplerinde bir kayma olanlar, fitne çıkarmak ve olmadık yorumlarını yapmak için ondan müteşabih olanına uyarlar. Oysa onun tevilini Allah'tan başkası bilmez. İlimde derinleşenler ise: "Biz ona inandık, tümü Rabbimiz'in Katındandır" derler. Temiz akıl sahiplerinden başkası öğüt alıp-düşünmez.” (Al-i İmran Suresi, 7)

Bu kimseler aslında Kuran ayetlerini vicdanen çok iyi anlayabilecekleri halde, kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket ederek ayetlerin anlamını çarpıtmaya çalışırlar. Özellikle de kendi menfaatleriyle çatıştıkları konularda, Kuran'a uymak yerine, din ahlakını kendi hevalarına uydurmak isterler. Bir ayette münafıkların dillerini eğip bükerken aslında yalan söylediklerinin şuurunda oldukları şöyle açıklanmaktadır:

“Onlardan öyleleri vardır ki, dillerini Kitab'a doğru eğip bükerler, siz onu (bu okur göründüklerini) Kitap'tan sanasınız diye. Oysa o Kitap'tan değildir. "Bu Allah Katındandır" derler. Oysa o, Allah Katından değildir. Kendileri de bildikleri halde Allah'a karşı (böyle) yalan söylerler.” (Al-i İmran Suresi, 78)

Hac Suresi, 78 (Cihad etmek, kan dökmek demek değildir)


Adnan Oktar'ın 31 Mart 2011 A9 Tv Ve Samsun Aks Tv'deki Canlı Sohbetinden
ADNAN OKTAR: Hac Suresi, 78 “Allah adına gerektiği gibi cihad edin.” Cihad demek kan dökmek değildir. Tebliğ, cehd etmek, gayret etmek. “O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir.” Yani “dininiz kolaydır” diyor. İslam dini kolay, fakat yobazlar son derece zor gösterdiği için insanlar dini olağanüstü zor zannediyorlar. Diyor ki; “60 yaşına geldiğim vakit o zaman Müslüman olurum, o zaman dünyadan el etek çeker, içime kapanırım” diyor.

Kardeşim, sana dünyadan el etek çek diyen kim? Din sana öyle bir şey diyor mu? Bilakis dünyayı daha güzel yaşar dindar. Daha hakkıyla yaşar, dünya zevklerini daha güzel yaşar. Ben kendimden biliyorum. Alemcinin şahıyım yani böyle. En güzel şekilde yaşıyorum hayatımı, bütün dünya zevklerinden, hepsinden istifade ediyorum. Hepsini en güzel yaşıyorum. Ama dinimi titizlikle yaşıyorum. Din olmadan zaten hiçbir zevkin anlamı olmaz. Hepsi dinin vereceği zevk içerisinde bir anlam kazanır.

“O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir.” Yok. Yobazlar zor gibi gösteriyorlar. İnsanlar da bilmediği için dini böyle dehşet verici bir şey zannediyorlar. Din müthiş bir ferahlık, sevinç ve bayramdır. Kalpleri açar. Bedene, ruha, her şeye sıhhat ve selamettir. Hayat her yönüyle anlamlı ve güzel olur. Her şey güzel olur. İnsanlar güzel olur, çiçekler güzel olur, hayvanlar güzel olur, hayat güzel olur, evler güzel olur, her şey güzel olur dinde.“Atanız İbrahim'in dini(nde olduğu gibi).” Onun dini de çok kolaydı” diyor Allah. Yobazlar zor gösteriyorlar. Sakın insanlar buna inanmasın.