Hücrelerin Hareketini Sağlayan Kan Sıvısı: Plazma

Hücrelerin Hareketini Sağlayan Kan Sıvısı: Plazma
  • Kan hücreleri bütün vücudu nasıl dolaşırlar?

  • Kanın pıhtılaşması, zehirlerin vücuttan uzaklaştırılması gibi hayati görevleri kim üstlenir?

  • Plazma olmasaydı yaşam mümkün olur muydu?

    Kan hücreleri, yani alyuvar ve akyuvarlar, üstlendikleri görevler gereği bütün vücudu dolaşmak zorundadırlar. Ama bunu tek başlarına yapmaları imkansızdır. Hücrelerin kendilerini hareket ettiren çeşitli mekanizmaları olsa bile, içinde hareket edebilecekleri bir sıvının varlığı zorunludur. İçinde dolaşıp duran farklı nitelikteki hücreleri ile birlikte, vücudumuzun her noktasını her saniye kat edip duran bu sıvı plazmadır.

    Kanın %55’ini oluşturan sarımsı renkli plazma, basit bir sıvı değildir. İçinde birçok madde bulunan özel bir karışımdır. Bileşiminde, %90-92 oranında su, %6-8 oranında protein, ayrıca eriyik halinde tuz, glikoz, yağ ve aminoasit, karbondioksit, azotlu atık ve hormonlar vardır. Plazma, taşıdığı bu maddeler ve sahip olduğu özelliklerle vücut için önemli görevler üstlenmiştir.

    Plazmanın Yaşam için Hayati Öneme Sahip Görevleri Vardır

    © Plazmanın en önemli görevi, besinleri ve atıkları taşımasıdır. Yediğimiz yiyeceklerden elde edilen besinlerin vücudun içine dağıtılması, hücrelerin ürettikleri artık maddelerin de bedenden uzaklaştırılması için ilgili organlara iletilmesi plazmanın görevidir. Eğer plazmanın bu taşıma-nakliye görevi olmasa, yenilen besinler hiçbir işe yaramaz, dokulara besin ulaşamaz, üretilen artık maddeler uzaklaştırılamadığı için vücut hemen zehirlenirdi.

    Kan basıncının belirli bir düzeyde tutulmasını sağlar.

    Vücutta ısının eşit olarak dağılmasına yardımcı olur.

    Kan ile diğer dokuların asit düzeyini belirli bir seviyede tutar.

    Plazmanın sahip olduğu bu görevler, Yüce Allah’ın yaratmasının benzersiz örneklerinden sadece biridir. Yüce Allah, yaratmasındaki üstünlüğü, biz insanlara yol gösterici olarak indirdiği Kuran’da şöyle haber verir:

    “Görmüyorlar mı; gökleri ve yeri yaratan Allah, onların benzerini yaratmaya gücü yeter ve onlar için kendisinde şüphe olmayan bir süre (ecel) kılmıştır. Zulmedenler ise ancak inkarda ayak direttiler.” (İsra Suresi, 99)

    Plazma Bileşimi Son Derece Kompleks Bir Sıvıdır

    Plazma, “kan sıvısı” olduğundan, içerdiği su, kanın esas elemanıdır. Örneğin aşırı terleme olduğunda plazma miktarı %50 oranında azalabileceği gibi, sulu şeyler fazla içildiğinde normalin %60’ı oranında artabilir.

    Diğer taraftan plazma sadece sıvıdan oluşmaz. İçinde katı maddeler de bulunur. Plazmanın toplam ağırlığının yaklaşık %7’sini oluşturan proteinler bu katı maddeleri meydana getirir. Her biri farklı hayati fonksiyonlara sahip söz konusu maddeler üç ana gruba ayrılır. Bunlar; albüminler, globülinler ve fibrinojendir.

    Albüminler: Albumin, sayıca en fazla olan plazma proteinidir. Vücutta bir anlamda taşıyıcı görevi görür. Albuminin en önemli görevi ise kılcal damarlardan çevre dokulara aşırı sıvı geçişini önlemektir. Bu görevin önemini anlamak için besinlerin vücutta nasıl bir yol izlediklerine göz atmakta fayda vardır. Besin maddelerinin atardamarlardan gereken dokulara ulaşabilmeleri için öncelikle doku duvarını aşmaları gereklidir. Besin duvarı, çok küçük gözeneklere sahiptir. Buna rağmen hiçbir madde kendiliğinden bu duvardan geçemez. Bu geçişte etkili olan faktör kan basıncıdır. Tıpkı bir elekte olduğu gibi kanın sıvı kısmı ve en küçük moleküller basınçla duvardan geçerler. Eğer böyle bir engel olmasaydı ve bu maddeler dokulara aşırı miktarda ulaşabilseydi, vücutta ödem oluşurdu. İşte albumin, kandaki yüksek yoğunluğu nedeniyle suyu, bir süngerin yaptığı gibi emer ve bu tehlikeyi önlemiş olur. Bu sistem şöyle çalışır: Su ve erimiş haldeki maddelerin çoğu kılcal damar duvarından rahatlıkla geçebilirler. Ancak proteinler için bu geçiş mümkün değildir. Bu yüzden damar içinde kalan albumin gibi proteinler geçiş yerinde bir basınç oluşturur ve sıvının dışarı çıkmasını önlerler. Albumin; kolestrol gibi yağları, hormonları ve bir safra kesesi maddesi olan zehirli sarı bilirubini kendisine bağlayarak tutar. Ayrıca cıva, penisilin ve diğer bazı ilaçları da tutar ve geçişlerine izin vermez. Bundan başka zehirleri karaciğerde bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise vücut içinde ihtiyaç duyulan yerlere götürür.

    Globülinler: Saf suda çözünmeyen basit proteinler olan globülinler geçişme (osmoz) basıncını ayarlar ve elektroforez alanındaki hareketlerine göre alfa, beta, gamma globülinler olmak üzere üç sınıfta toplanırlar. Gammaglobülinler bağışıklık sisteminin meydana gelmesinde yardımcı olurlar ve vücudun belirli bir enfeksiyonla uyarılması sonucunda oluşan koruyucu maddeler olan antikorlar gibi hizmet verirler.

    Fibrinojen: Fibrinojen pıhtılaşma mekanizmasının en önemli elemanlarındandır ve pıhtı malzemesinin kandaki durağan halidir. Tuzun suda erimesi gibi, o da plazma içinde erimiş durumdadır. Vücutta herhangi bir yara oluşana kadar, son derece sakin bir şekildedir. Vücutta bir yara meydana geldiğinde, trombin adındaki bir başka protein, fibrinojenin zincirindeki üç halkadan iki tanesini keser. Artık bu protein, fibrinojen değil “fibrin”dir ve bu aşamadan sonra aktif haldedir. Fibrinin kesilen yüzeyleri yapışkan parçalara sahiptir. Bu yapışkan parçalar da diğer fibrinlerin gelerek kendisine yapışmalarına neden olur. Fibrinlerin birbirlerine yapışarak meydana getirdikleri bu kütle, kanın akışını durdurmak için meydana getirilmiş ilk pıhtıdır. Kimya bilgileri olmayan proteinlerin, zararı tespit edecek, buna karşı tedbir geliştirecek ve bu tedbir ile hayat kurtaracak bir bilinçleri yoktur. Ancak plazmanın içindeki fibrinojen yeryüzündeki tüm insanlarda, aynı görevi yerine getirmek için hazır bulunmaktadır. Bu üstün elemanlar ne bir insan aklının ne de hayali evrim sürecinin bir eseri olabilirler. Bunlar ancak, yarattığı herşeye bir düzen, intizam ve kusursuzluk veren Yüce Allah’ın eserleridir. Allah, varlığı mevcudatın bütün ihtiyaçlarına yeten (Kafi), kuşatan (Muhit) ve istediğini istediği gibi yapmaya gücü yeten (Kadir)’dir. Ancak Kendisi’ne şükredilen, bütün varlığın diliyle yegane övülen (Hamid)’dir. O, örneksiz olarak yaratan (Bedi)’dir. Kuran’da bu gerçek şu şekilde haber verilir:

    “Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen oluverir.”(Bakara Suresi, 117)

    Plazma Sıvısında Bulunan Her Madde Allah’ın İlminin Tecellisidir

    İnsan yaşamında son derece büyük öneme sahip olan plazmanın içeriğindeki maddelerin her biri özel bir yapıya sahiptir. Yaptıkları işler ve genel özellikleri düşünüldüğünde bu açıkça görülmektedir. Plaz-madaki maddelerin tümü birbiriyle bağlantılı ilişkiler içindedir. Bütün insanların plazmalarında bu maddeler bulunur ve hepsi aynı görevleri yerine getirirler. Maddeler-den tek bir tanesinin olması ya da normal şartlar altında olması gerekenden farklı özelliklerde ya da miktarda olması insan vücudu için ciddi sorunlara yol açmaktadır. Bütün bunlar insan için hayati öneme sahip olan kanımızın bütün özellikleriyle birlikte Yüce Allah tarafından yaratılmış olduğunu gösterir. Plazma sıvısını oluşturan bu maddelere sahip oldukları aklı veren Rabbimiz olan Allah’tır. Rabbimiz Kuran’da bu gerçeği şöyle bildirir:

    “Şimdi onlara sor: Yaratılış bakımından onlar mı daha zorlu, yoksa Bizim yarattıklarımız mı? Doğrusu Biz onları, cıvık-yapışkan bir çamurdan yarattık. Hayır, sen (bu muhteşem yaratışa ve onların inkarına) şaşırdın kaldın; onlar ise alay edip duruyorlar.” (Saffat Suresi, 11-12)

    Plazma Proteinlerinin Arttığı Durumlarda

    •Dehidratasyon (Vücuttan aşırı sıvı kaybı)

    Plazma Proteinlerinin Azaldığı Durumlarda

    •Uzun süren açlık

    •Barsaklardan emilim bozuklukları

    •Karaciğer parankim hastalıkları (Karaciğer dokusunda olan hastalıklar)

    •Nefrit, (böbrek iltihabı),

    •Nefrotiksendrom (Böbreklerin rahatsızlığı sonucu idrarla fazla albümin kaybı olduğu için kandaki protein seviyesi aşırı derecede düşüş gösterir, Dokularda su toplanarak şişlikler ortaya çıkar)

    •Hemoraji (Kanama).

    Plazma Proteinlerinin Yüce Allah’ın Belirlediği Ölçü Dışında Olması Önemli Rahatsızlıklara Hatta Ölüme Yol Açar

    “... O’nun Katında her şey bir miktar (ölçü) iledir.” (Rad Suresi, 8)

    Plazma kanın önemli bir bölümünü oluşturur. Plazmanın içinde kandaki su miktarını ayarlamada kullanılan albümin, vitaminlerin taşınmasında kullanılan globülin, kanın pıhtılaşmasında kullanılan fibrinojen, glikoz ve diğer besinler, hücreler arası sıvının PH’ını ve sıvı miktarını ayarlamakta kullanılan iyonlar, yağlar, aminoasitler, vitaminler ve oksijen, karbondioksit ve nitrojen gibi çözünmüş gazlar bulunmaktadır. Plazmanın içinde bulunan bu maddeler, insan için hayati önemi olan işlemleri yerine getirirler. Örneğin kanın pıhtılaşması, zehirlerin vücuttan uzaklaştırılması, besin maddelerinin taşınması plazmadaki proteinlerin görevlerinden birkaçıdır.

    Hemofili Hastalığı Evrimin Asla Var Olmadığını Nasıl Kanıtlar?

    Hemofili hastalığında kandaki pıhtılaşma sisteminin “sadece bir üyesi” fonksiyonunu yerine getirememektedir. Bu durum, kanın pıhtılaşmasını tümüyle engeller. Pıhtılaşamayan kan, açılan herhangi bir yaradan hiç durmadan dışarı akacaktır. Dışarıdan bir basınçla engellense bile, yara hiçbir şekilde kapatılamayacaktır. Bu sorunun halledilmesi için genellikle kişiye taze plazma takviyesi yapılır veya yetersiz olan pıhtılaşma faktörü kanama bölgesine verilir.(The Human Body: An Intelligent Design, Alan L. Gillen, Frank J. Sherwin III, Alan C. Knowles, Creation Research Society Monograph Series: Number 8, Creation Research Society Books, sf. 117) Tek bir faktörün eksikliği, sistemi tamamen işlevsiz hale getirmektedir. Ve eğer söz konusu tıbbi müdahaleler gerçekleşmezse, kanın akışını durdurmanın başka bir yolu yoktur.

    Hayali evrim sürecinin hiç var olmadığının delillerinden biri de pıhtılaşma sistemindeki mükemmellik ve kompleksliktir. Darwinistlere göre her faktör aşama aşama gelişmiştir ve bu durumda aşamaların her biri tek başına işlevsizdir. Pıhtılaşma sistemi sözde ancak milyonlarca yıl geçip, tüm elemanlar “tesadüfen” biraraya gelebilmeyi başardıklarında, görevini yapmaya başlayacaktır. Kuşkusuz ki canlıların böyle bir gelişimi bekleyebilmeleri mümkün değildir. Sadece bu gerçek bile evrimin tümüyle hayali bir süreç olduğunu göstermek için yeterlidir.

    Mechanisms in Blood Coagulation, Fibrinolysis and the Complement System(Kanın Pıhtılaşmasındaki Meka-nizmalar, Fibrinoliz ve Kompleman Sistem) isimli kitabın yazarı Torben Halkier, pıhtılaşma sistemindeki indirgenemez kompleksliği şu şekilde ifade etmiştir:

    “Bu tip bir sistem kendi başına bırakılamaz. Pıhtılaşma işlemindeki başarı, her işlemde oluşan pek çok ince ayarlı modülasyon ve düzenlemenin bir sonucudur. Biraz daha az veya biraz daha çok aktivite organizma için eşit seviyede zarar vericidir. Kanın pıhtılaşmasında asıl konu düzendir.”(http://www.discovery.org/viewDB/ index.php3?program=CRSC%20Responses&command=view&id=442; Torben Halkier, Mechanisms in Blood Coagulation, Fibrinolysis and the Complement System, 1992, sf. 104)

    Bilim adamlarının da kabul ettiği gibi pıhtılaşma zincirindeki tek bir halkanın hatta bu halkayı oluşturan tek bir genin bile evrimcilerin iddia ettiği gibi tesadüfen oluşması mümkün değildir. Allah’ın mutlak varlığı, tüm ihtişamı ile gözler önündedir. Yüce Allah, insanın kusursuz yaratılışını bir ayetinde şu şekilde açıklamaktadır:

    “O’dur ki, sizi topraktan, sonra bir damla sudan, sonra bir alaktan (embriyo) yarattı; sonra sizi bir bebek olarak çıkarmakta, sonra güçlü (erginlik) çağınıza erişmeniz, sonra da yaşlanmanız için size (belli bir ömür vermektedir). Sizden kiminin daha önce hayatına son verilmektedir; adı konulmuş bir ecele erişmeniz ve belki aklınızı kullanmanız için (Allah sizi böyle yaşatır).” (Mümin Suresi, 67)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 30. sayfada yayınlanmıştır.
  • Bir Ayet Bir Açıklama: Kehf Suresi, 57

    Bir Ayet Bir Açıklama: Kehf Suresi, 57
    “Kendisine Rabbinin ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve ellerinin önden gönderdikleri (amelleri)ni unutandan daha zalim kimdir? Biz gerçekten, kalpleri üzerine onu kavrayıp anlamalarını engelleyen bir perde (gerdik), kulaklarına bir ağırlık koyduk. Sen onları hidayete çağırsan bile, onlar sonsuza kadar asla hidayet bulamazlar.” (Kehf Suresi, 57)

    Ayette kendisine Allah’ın ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve yaptıklarını unutanlar, "zalim" olarak tarif edilmektedir. Kuran çok açık, çok anlaşılır olarak indirilen kutsal kitabımızdır. Dileyen her insan Kuran'ı okuyabilir, Allah'ın emirlerini, beğendiği ahlakı, cennet ve cehennemin özelliklerini Kuran'dan öğrenebilir. Ancak, Allah'ın yarattığı bir hikmet olarak insanların bir kısmı, çok açık olmasına rağmen Kuran'ı anlayamamaktadırlar. Çünkü Kuran ayetleri, öğütler ve hatırlatmalar ancak Allah'tan korkanlara etki eder. Allah korkusu olmayanlar, bu hatırlatmalar üzerinde düşünerek kendilerine bir ders çıkartamazlar. Böylece en kolay olanı anlayamamalarıyla kendileri üzerinde önemli bir mucize tecelli etmiş olur. Bazı insanların bu kadar şiddetli bir anlayış ve kavrayış eksikliğine sahip olmaları, bu kişilerin farklı bir yaratılışta olduğunun ve bütün insanların kalplerinin, akıl ve anlayışlarının tamamıyla Allah'ın kontrolünde olduğunun bir delilidir. Çünkü Allah büyüklüğe kapılan, yani Allah'a boyun eğmeyen kişilerin kalplerini, kavrayışlarını kapatacağını bildirir. Kuran'ın dışında her şeyi anlayıp, sırf Kuran'ı anlayamamaları Allah'ın onları ayetlerinden engellediğini göstermektedir. Ayrıca ayette kendisine Allah’ın ayetleri öğütle hatırlatıldığı zaman, sırt çeviren ve yaptıklarını unutanlar "zalim" olarak tarif edilmektedir. Unutulmamalıdır ki insan ne yaparsa yapsın; ister kendisine hatırlatılanları hatırda tutup kulluk etsin, isterse tüm öğütleri unutsun, herkes Allah’a hesap vereceği güne doğru hızla ilerlemektedir. Asla unutmayan ve yanılmayan Allah, tüm insanları huzurunda toplayacak ve sorgulayacak olandır:“... Yakında gaybı ve müşahede edilebileni bilene döndürüleceksiniz ve O, size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Tevbe Suresi, 105)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 39. sayfada yayınlanmıştır.

    Gökyüzündeki Muhteşem Işık Gösterisi: Aurora (Kutup Işıkları)

    Gökyüzündeki Muhteşem Işık Gösterisi: Aurora (Kutup Işıkları)
  • Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinde görülen auroralar (Kutup ışıkları) nasıl oluşmaktadır?

  • Auroraların rengarenk ışıkları nasıl belirlenir?

  • Auroraların yalnızca Kutup bölgelerinde meydana gelmesinin sebebi nedir?

  • Bu muazzam güzellikteki gökyüzü olayının yaşamımıza etkileri nelerdir?

    Yüce Allah’ın yarattığı en muhteşem gökyüzü olaylarından bir tanesi hiç şüphesiz gökyüzündeki doğal ışık görüntüleri olan “Kutup ışıkları”dır. Yüce Rabbimiz’in Sani (Sanatçı) isminin tecellisi olan kutup ışıkları veya bilimsel adıyla “aurora”lar, dünyanın manyetik Kuzey ve Güney Kutup bölgelerinde görülen bir gece ışımasıdır.

    Auroralar, Güneş’in Dünya üzerindeki etkilerinin en belirgin şekilde görünebilenidir. Gece vakti oldukça net bir şekilde izlenilebilen auroraların, kuzey yarımküredeki görüntüsüne “Aurora Borealis”, güney yarımküredekine ise “Aurora Australis” adı verilir. Bu ışıklar en yoğun şekilde Eylül ve Nisan ayları arasında gözükürler. Auroralar, doğudan batıya doğru dalgalanırlar ve yeryüzünden bakıldığı zaman taç, yay ve çizgi gibi şekillerde görünürler. Yalnızca uzaydan bakıldığı takdirde çember şeklindeki tüm bir aurorayı görmek mümkün olur.

    Auroralar Nasıl Oluşurlar?

    Bu muhteşem güzellikteki doğal ışık gösterisinin oluşumunda gözle görülemeyecek derecede küçük olan, aklı ve şuuru olmayan atomlar çok önemli bir rol üstlenmişlerdir.

    Auroralar, Güneş’ten saçılan yüklü parçacıklardan oluşan solar rüzgârlarının, Dünya’nın manyetik alan kuvvetiyle etkileşime girmesi sonucu ortaya çıkarlar. Güneş, saniyede yaklaşık olarak 300 ile 1200 km arası bir hızla etrafa saçtığı enerji yüklü parçacıklar (iyonlar) üretir. Bu parçacıkların bir araya gelmesiyle oluşan bulutlara plasma adı verilir. Güneş’ten gelen plasma akıntısına ise solar rüzgârı denir.

    Güneş’ten saatte yaklaşık olarak 1 milyon mil hızla uzaklaşan solar rüzgârlarının, manyetosfere girerek dünyanın manyetik alanı ile etkileşmesiyle bazı parçacıklar hapsedilir ve bu parçacıklar atmosferin dış kuşaklarından iyonosfere doğru inen manyetik gücün hatlarını takip ederler.

    Elektronlar, atmosferin üst katmanlarına girdiklerinde, yerkabuğunun yüzeyinden yaklaşık olarak 20 – 200 mil yukarıda oksijen ve nitrojen atomlarıyla karşılaşırlar.

    Yüksek enerjiyle desteklenmiş elektronlar kazanan atomlar, böylece kapasitelerinin çok üzerinde bir enerjiyle yüklenirler.

    Normal şartlar altında, bir atom veya molekül yüksek seviyede bir enerjiyle yüklendiğinde, bu enerjiyi diğer atomlara çarparak hızla kaybeder. Fakat molekül yoğunluğunun santimetreküp başına birkaç atom olduğu 80 ve 150 km arası yüksekliklerde, bir atomun enerjisini aktaracağı başka bir atoma rastlaması oldukça düşük bir olasılıktır.

    Etkileşim sonucu ortaya çıkan bu enerjiyi kaybetmenin bir diğer yolu ise ışığın soğurulmasıdır. Böylece atomlar yüklendikleri ekstra enerjiyi soğurarak gökyüzüne ışık olarak yayarlar. Bu da gökyüzündeki rengârenk doğal ışık gösterisinin ortaya çıkmasına sebep olur.

    Aurora’nın Renkleri Nasıl Belirlenir?

    Auroralar, renkli televizyonlardan gelen ışığa oldukça benzerlik gösterirler. Televizyonda, görüntü tüpündeki elektrik ve manyetik alanlar tarafından kontrol edilen elektron demetleri, ekrana çarpar ve ekranı kaplayan kimyasal fosforlu maddenin türüne göre onu parlatır. Aurora ışığında da ortaya çıkacak renk, yüklü parçacıklarla çarpışan atom ve moleküllerin türüne bağlıdır. Yüksek enlemlerde, yaklaşık 200 mil yukarıda bulunan oksijen atomları oldukça nadir bulunur ve tamamen kırmızı bir aurora oluştururlar. 60 mil seviyelerinde bulunan oksijen atomları ise en yaygın olarak görülen yeşil ve sarı renkleri oluştururlar. İyonize atom molekülleri mavi ve tonlarında, notral azot molekülleri ise kırmızı ve mor tonlarında ışık üretirler. Auroralar, ışık oluşturmak için ihtiyaçları olan yakıtı Güneş’ten atılan yüklü parçacıklar sayesinde karşılarlar. Güneş ne kadar aktifse, auroralar da o kadar fazla ve yoğun olurlar.

    Auroralar Neden Sadece Kutup Bölgelerinde Meydana Gelirler?

    Auroraların, kutuplarda meydana gelmesi, direkt olarak Dünya’nın manyetik alanıyla bağlantılıdır ve bu ışıkları da yönlendiren manyetik alan çizgileridir. Dünya, elips şeklinde bir mıknatıs gibidir ve bu nedenle çevresinde bir manyetik alana sahiptir. Dünya’nın manyetik alanı, Dünya’nın merkezine konulmuş çubuk şeklinde bir mıknatısın oluşturduğu bir manyetik alana benzer. Bu çubuğun ekseni Dünya’nın dönme ekseniyle 11 derecelik bir açı yapar. Bu da coğrafi Kuzey ve Güney Kutup noktalarının, manyetik Kuzey ve Güney Kutup noktalarından farklı yerlerde olmasını sağlar. Dünya’nın manyetik alanı, çok büyük bir elektrik akımının oluşturduğu etkiye benzer. Gezegenimizin çekirdeğinin hareketi nedeniyle sürekli yerleri değişen manyetik alan çizgileri, Güney Kutup bölgelerinden çıkıp, Kuzey Kutup bölgelerine giren ince çizgiler olarak da düşünülebilir. Farklı açılardan gelip tek bir noktaya giren manyetik alan çizgileri, ters koni benzeri bir şekil oluşturdukları için manyetik alan, yerden yükseldikçe zayıflar ve birkaç kilometre yukarıda Dünya’nın manyetik alanının etkisi sıfırlanır. Manyetik alanın sıfırlandığı kısımlarda, solar rüzgarlarının içindeki parçacıklar Dünya’ya ulaşabilirler. Auroralar da, yalnızca bu parçacıkların Dünya’ya ulaşabildikleri bölgelerde, yani Kutup dairelerinde görülürler. Dünya’nın manyetik alanının en büyük göreviyse, yeryüzünü Güneş’ten gelen solar rüzgarlarının yıkıcı etkilerinden koruyan bir kalkan görevi görmesidir. Yüce Allah, Dünya’yı koruduğunu, bir mucize olarak Kuran’da “…Biz dünya göğünü de kandillerle süsleyip-donattık ve bir koruma (altına aldık)…” (Fussilet Suresi, 12) ayetiyle haber vermiştir.

    Diğer Gezegenlerde Meydana Gelen Auroralar

    “Hubble Uzay Teleskobu”nun yaptığı gözlemler sonucunda Dünya dışında diğer gezegenlerde de auroraların oluştuğu saptanmıştır. Auroraların gözlemlendiği gezegenlerden olan Jüpiter ve Satürn’ün manyetik alanları, Dünya’nınkine göre çok daha güçlüdür. Jüpiter’de görülen auroralar, Dünya’da üretilenlerden yaklaşık bin kat daha fazla bir güce sahiptir. Dünya’daki auroraların oluşum sebebi solar rüzgârları iken, Jüpiter’deki auroraların kaynağı ise uydularıdır. Araştırmacılar, Io adlı uydunun üzerinden kopup saçılan materyallerin, Jüpiter’in manyetik alanı tarafından hapsedildiğini gözlemlemişlerdir. Jüpiter ve Satürn’ün yanı sıra araştırmacılar, Venüs ve Mars’ta da auroralar gözlemlemişlerdir. Kendine ait bir manyetik alanı olmayan Venüs’te oluşan auroralarsa parça parça, farklı çeşitlerde ve parlak bir renkte görülmektedir.

    Auroraların Yaşamımıza Etkileri

    Bilim adamları, auroraların sadece güzel bir gökyüzü gösterisi olmadığını aynı zamanda üzerinde yapılacak araştırmalarla, solar rüzgarlarını, bu rüzgarların atmosfere olan etkilerini ve auroralar tarafından üretilen bu yüksek enerjiden nasıl faydalı bir şekilde yararlanılabileceğinin de keşfedileceğini düşünmektedirler.

    Ancak auroraların güzel görüntüsü ve faydaları olabileceği gibi zararları da vardır. 1989 yılında Quebec şehrinde, auroraların oldukça yoğun olduğu bir gecede ortaya çıkan yüksek elektrik akımı, bölgedeki bir güç istasyonuna zarar vererek radyo sinyallerini ve haberleşmeyi bozmuş ve 9 milyon insanın elektriksiz ve iletişimsiz kalmasına sebep olmuştur. Aurora sırasında elektrik akımları 50.000 voltta 20.000.000 ampere ulaşabilirken evlerimizdeki akım 120 voltta 15-30 amperi aştığında akım, vericiler tarafından kesilmektedir.

    Auroralar Yüce Rabbimiz’in Üstün Kudretinin Bir Başka Delilidir

    Bizden milyonlarca ışık yılı uzaktaki gök cisimlerinin hareketlerinden Güneş’te meydana gelen olaylara, Dünya atmosferine giren ışınlardan yeryüzünün katmanlarında yaşanan gelişmelere kadar kainatta meydana gelen bütün olaylar Yüce Allah’ın kontrolünde ve O’nun dilemesiyle gerçekleşirler. Auroralar da üstün güç sahibi olan Yüce Rabbimiz’in herşeye güç yetirdiğini ve sonsuz ilmiyle herşeyi kuşattığını düşünmek için birer delil olarak yaratılmıştır. Bu büyük gerçeği düşünmek, Yüce Allah’a kul olan her insan için bir sorumluluktur. Rabbimiz bir ayette şöyle bildirmektedir:

    “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 40. sayfada yayınlanmıştır.
  • Buğday Başağı Buğday Tohumlarının Dağılmasını Nasıl Sağlar?

    Buğday Başağı Buğday Tohumlarının Dağılmasını Nasıl Sağlar?
    Buğday başağı, parlak sarı rengi, uzun ince bir sap üzerinde sıralanmış tohumları ve sert diken gibi görünüm veren püskül biçimindeki kılçıkları ile oldukça estetik bir görünüme sahiptir. Ancak başağın estetik bir görünüm kazanmasında önemli bir payı olan bu kılçıklar sadece dekoratif amaçlı değildir. Bu kılçıkların üstlendikleri çok önemli bir görev daha vardır. Bu görev, tohumların dağılması ve yayılmasını sağlamaktır.

    Buğday tohumlarının, elleri, ayakları, kas ve sinir sistemleri olmadığı halde kendilerini toprağın altında nasıl hareket ettirebildikleri ve toprağa gömebildikleri bugün birçok araştırmaya konu olmaktadır. Bilim adamları buğday tohumlarının bu hareket etme işlevini anlayabilmek için tohum dokusunun içinde kas sistemine benzeyen veya hareket etmeyi sağlayan herhangi farklı bir sistemin varlığını araştırmışlardır. Ancak elektron mikroskobu altında yapılan gözlemlerde bütün dokuların aynı olduğunu ve tohumun hareket etme özelliğinin, düşündükleri gibi kas dokusuna benzeyen bir sistemden kaynaklanmadığını anlamışlardır. Fakat kesitte önemli bir detay dikkatlerini çekmiştir. Bu detay, kılçık gövdelerinin sertliğini etkileyen muazzam bir özdirencin varlığıdır. Bir toplu iğne kalınlığındaki buğday kılçıklarının sağlamlık konusunda, sert keresteli bir ağaç olan ladin ağacı ile yarışabilecek kadar dayanıklı olması ise elbette büyük bir mucizedir.

    Buğday Kılçıklarının Dayanaklı Olması Neden Önemlidir?

    Havadaki nem oranı değiştikçe bu değişikliğin oluşturduğu farklılık, tıpkı termostattaki bobin tellerinin sıcaklığa tepki olarak kıvrılıp gevşemesi gibi buğday kılçıklarının da kıvrılıp düzleşmesini sağlar. Normal koşullarda bu kıvrılıp bükülme sırasında incecik kılçıkların kırılması beklenirken ağaç kadar sağlam olmaları kırılmalarını ve taneden kopup ayrılmalarını engeller. Kılçıkların bu şekilde kıvrılması ise tohuma bir kuvvet verir ve onu toprağın içine doğru iter.

    Buğday Kılçıklarının Üzerindeki Taşlaşmış Tüycükler

    Buğday başağından toprağa düşen tohumlar, tıpkı bir kazı makinesi gibi hareket ederek toprakta ilerler. Tohumun bu biçimde ilerlemesinde etkili olan bir diğer mekanizma kılçıklar üzerinde yer alan taşlaşmış tüylerin varlığıdır. Kılçıklar üzerindeki bu küçük tüycükler, havadaki günlük nem oranının değişmesinden etkilenen kılçıkların eğilip bükülmesi sırasında toprak parçalarına mandallanırlar ve yer kazıcı gibi açılıp kapanarak tıpkı bir çarkın dişlileri gibi hareket ederler. Burada dikkat çekici olan nokta tohumların bu ilerlemeyi toprak yüzeyinde yapmamaları ve toprağın altına indikten sonra taşlaşmış tüycüklerin tohumun tekrar yukarı çıkmasına engel olmalarıdır. Ancak aklı ve şuuru olmayan, insan gözünün güçlükle seçebileceği küçüklükteki tüycükler, toprak yüzeyi üzerinde ilerlemenin tehlikeli olduğunu, burada tohumları yiyebilecek canlıların bulunduğunu, yüzeyde tohumun ateşten ya da kuraklıktan etkilenebileceğini, bu nedenle en güvenli yerin toprağın altı olduğunu nereden bilebilirler? Elbette bu soruya verilecek tek cevap Yüce Allah’ın ilhamıdır. Yüce Allah bu gerçeği Kuran ayetlerinde şöyle haber verir:

    “Şimdi ekmekte olduğunuz (tohu-m)u gördünüz mü? Onu sizler mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren Biz miyiz? Eğer dilemiş olsaydık, gerçekten onu bir ot kırıntısı kılardık; böylelikle şaşar-kalırdınız.”(Vakıa Suresi, 63–65)

    Buğday Tohumunun Düşündürdükleri

    “Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah’tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?” (En’am Suresi, 95)

    Yüce Allah’ın yukarıdaki ayette haber verdiği gibi tohumlar buğday başağından toprağa düştükleri zaman ölüdürler. Çünkü ana gövdeden ve köklerden ayrıldıkları için dokuları besin maddelerinden uzak kalmıştır. Dışarıdan bakıldığında artık bu tohum için hayatın bittiği ve tohumun bir işlev göremeyeceği düşünülebilir. Ancak bu buğday tohumu, enerjisini havadan alan bir robot gibi hareket eder. Ölü tohum tıpkı bir motor gibi günlük nemden enerji alır. Kılçıklar bu nemi tohumun toprağın derinliklerine doğru ilerleyebilmesi için kusursuz bir mekanizmayla kullanırlar ve tohum yüzen bir kurbağanın ayak vuruşlarına benzer biçimde toprağın içinde ilerler. Toprağın derinliklerinde uygun bir yer bulduğunda çimlenir ve tekrar hayata geri döner. Havadaki nemle hareket eden bu mükemmel sistemin varlığı elbette çok mucizevidir. Çünkü:

    Küçücük bir tohum tanesi nasıl olur da üzerindeki kılçıkların eğilip bükülmesi için gerekli olan elastikiyet katsayısını hesaplayabilir ve aynı zamanda bir çarkın dişlileri gibi hareket edebilen taşlaşmış tüycüklere sahip olur?

    Taşlaşmış tüycüklerin ana malzemesi olan silisyum, bitki dokularının normal bir parçası olmadığı halde, nasıl olur da tohum büyürken üst deri hücreleri bu maddeyi üretir?

    Kılçıklardaki lifler bir ağaç kadar sağlam olabilecek özdirenç katsayısını oluşturmak için her zaman nasıl doğru bir şekilde dizilebilirler?

    Bu sorulara evrimcilerin verdikleri tek cevap tesadüflerdir. Ancak bu kusursuz sistemi açıklamak için tesadüflerin arkasına sığınmak bilimle bağdaşmayacak kadar ilkel bir düşüncedir. Ayrıca bunların uzun süreyi kapsayan zaman dilimi içinde aşama aşama gerçekleştiğini iddia etmek de büyük bir gaflettir. Çünkü bu parçalardan biri bile eksik olsa mekanizma işe yaramayacak ve hareket sağlanmayacaktır.

    Tohum, kendi başına hiçbir şey yapması mümkün olmayan kuru, cansız bir cisimdir. Buğday tohumlarının sahip olduğu mükemmel mekanizma, bu sistemin eksiksiz olarak çalışmasını sağlayan her bir parçadaki ince detaylar ve hesaplar elbette üstün bir aklın delilleridir. Bu üstün aklın sahibi ise alemlerin hakimi olan Yüce Allah’tır. Toprağa düşen her tohum, Yüce Allah’ın ilmi ile kuşatılmıştır, Rabbimiz’in ilmi ile büyüyüp gelişir ve bitki haline gelir.

    Rabbimiz bir Kuran ayetinde her bir tohum tanesi ile ilgili bilginin Kendi Katında kayıtlı olduğunu şöyle haber vermiştir:

    “Gaybın anahtarları O’nun Katındadır, O’ndan başka hiç kimse gaybı bilmez. Karada ve denizde olanların tümünü O bilir, O, bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez; yerin karanlıklarındaki bir tane, yaş ve kuru dışta olmamak üzere hepsi (ve herşey) apaçık bir kitaptadır.” (En’am Suresi, 59)

    Buğday Tohumlarındaki Mekanizma Teknolojiye İlham Kaynağı Oluyor

    Buğday tohumlarındaki hareket mekanizması, yabani otların ayıklanmasında kullanılabilir.

    Tohuma hareket kabiliyeti sağlayan mikroskobik mekanizma biyomimetik malzeme araştırmalarında bir model olarak hizmet edebilir.

    Buğday tohumlarının aktif hareketleri için gerekli enerji kaynağı, havadaki günlük nem döngüsünden sağlanır. Gelecek yıllarda bu sistemden yararlanılarak robotlardaki yapay kaslar pilsiz şekilde, ihtiyaçları olan enerjiyi çevreden alarak çalıştırılabilir.

    Tohumu Yarıp Çıkan Filiz Bu Kuvveti Nereden Sağlar?

    Tohumun yarılıp içinden filizin çıkabilmesi için çok yüksek miktarda kuvvet gerekmektedir. Bu kuvvetin büyüklüğü, filizlerin asfalt kaldırımların kenarlarını çatlatarak çıktıkları düşünüldüğünde çok daha iyi anlaşılmaktadır. Bu etkili gücün kaynağı her bitkiyi oluşturan hücrelerin içinde bulunan hidrolik basınçtır. Bitkinin büyümesi için mutlaka gerekli olan bu basınç hücre duvarını esnetip, genişletme özelliğine sahiptir. Eğer bu özellik olmasaydı bitkilerdeki hücre büyümesi gerçekleşemezdi, yani tohum filizlenemezdi.


    Pek çoğu küçük kuru tahta parçalarına benzeyen tohumlar, aslında içlerinde bitkilere ait binlerce bilgiyi barındıran genetik şifre taşıyıcılarıdır. İleride oluşturacakları bitkiler ile ilgili tüm bilgiler tohumların içinde saklıdır. Bitkinin kökünün ucundaki tüycükten, gövdesinin içindeki borucuklara, çiçeklerinden, vereceği meyveye kadar tüm bilgiler en küçük detaylarına kadar eksiksiz olarak tohumun içinde mevcuttur.

    Tohumlardaki Çeşitlilik Yaratılış Harikasıdır

    KAYISI: Kayısıda tek bir çekirdek yani bir tane tohum bulunur ve bu çekirdek katı kabuğunun içinde çok iyi korunur. Etli kısım ise şekerli ve yenilmeye elverişlidir. Bu bölüm insanların yanısıra kuşlar, kemirgenler, böcekler ve diğer hayvanlar için de iyi bir besindir. Ancak meyvenin böyle iki kısımdan oluşması, bitki için de iyi bir fırsattır. Çünkü meyve bölümünün yenilmesi ile birlikte kayısının ortasında sert bir çekirdek şeklinde tohum ortaya çıkar. Ve tohum bu şekilde uygun bir yerde filizlenerek yeni bir ağaç olarak yetişme imkanı bulur.

    KİVİ: Kivi, kayısının aksine içindeki çekirdekleri (tohumları) de yenen bir meyvedir. İşte bunun için kivinin tek bir tohumu değil, çok sayıda küçük tohumu vardır. Etli bir meyve olan kivide olduğu gibi gruplaşmış halde bulunan tohumlar genellikle küçüktür ama bir arada bulunmaları ve çok sayıda olmaları nedeniyle -meyvenin bir bölümü yense bile- bir bitki haline gelme ihtimalleri daha fazladır.

    KURU MEYVELER: Kuru meyveler, genellikle tohumun korunmasında ve yayılmasında önemli bir fonksiyona sahip olan mimari yapılarla süslüdür. Buna örnek olarak devedikeninin tepesinde bulunan püskülü verebiliriz. Bu küçük paraşütlerin görevleri üreme hücrelerini hava yoluyla uzaklara taşımaktır.

    BAKLAGİLLER: Baklagiller ise meyveleri taneli olan son derece geniş bir türdür. Her türün şekli ve özellikleri kendine özgüdür. Örneğin; bezelyenin taneleri son derece düzgün bir şekilde arka arkaya dizilmişlerdir.

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 44. sayfada yayınlanmıştır.