Fosiller Evrimi Yalanlıyor: İlmi Mercek Sayı 77

PERCOPSIDAE

YAŞ: 50 milyon yıllık
DÖNEM: Eosen
BULUNDUĞU YER: Green River Oluşumu, Kemmerer, Wyoming, ABD

Percopsidae'ye ait sayısız fosil örneği vardır. Bu fosil kayıtları, söz konusu balıkların milyonlarca yıldır aynı özelliklerle var olduklarını, herhangi bir evrim sürecinden geçmediklerini göstermektedir.

CİĞERLİ BALIK

YAŞ:
350 milyon yıllık
DÖNEM: Devoniyen
BULUNDUĞU YER: Miguasha, Gaspesie, Kanada

Ciğerli balıkların günümüzdeki örnekleri çoğunlukla Afrika ve Güney Amerika'da yaşamaktadır. Bu balıklar, suların azaldığı dönemlerde, kendilerini çamura gömerek yaşamlarını devam ettirebilmektedir. Bilinen en eski ciğerli balık fosili Devo-niyen dönemine (417-354 milyon yıl) aittir. Resimde görülen fosil de aynı döneme aittir. Bundan 350 milyon yıl önce yaşayan ciğerli balıkların günümüzde yaşayanlardan hiçbir farkı yoktur. Yüz milyonlarca yıldır değişime uğramayan ciğerli balıklar, canlıların evrim geçirmediklerinin, yaratıldıklarının ispatlarından biridir.

ÇAM YAPRAĞI

YAŞ:
15 milyon yıllık
DÖNEM: Miosen
BULUNDUĞU YER: Stewart Valley, Nevada, ABD

Resimde görülen çam yaprağı fosili 15 milyon yaşındadır. 15 milyon yıl önceki çam yapraklarıyla günümüzdeki çam yaprakları tamamen aynıdır. Aradan geçen milyonlarca yıla rağmen, çam yapraklarında bir değişiklik olmaması, evrimin hiçbir zaman yaşanmadığını bir kez daha ispatlamaktadır.

Yaratılış Atlası İçin Ne Dediler?

Anne Marie Leendertse-Venekamp - Hollanda Kraliçesi Özel Kalemi


Hollanda, 3 Ocak 2007

Majesteleri Kraliçe adına, Sayın Harun Yahya’nın Yaratılış Atlası isimli ilgi çekici eserini gönderdiğiniz için teşekkür ederim

Bu nazik jestinizi çok takdirle karşıladık.

Saygılarımızla,

Anne Marie Leendertse-Venekamp

Majesteleri Hollanda Kraliçesi Özel Kalemi

Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 49. sayfada yayınlanmıştır.

Kanser ve kalp hastaları ''özel'' e fark vermeyecek

Ne Demişti

Adnan Oktar: Bir de hastalıklar; mesela bir adam, devlet memuru bir tane ev almış. Bütün emeğinin sonucu, emeklilik ikramiyesini almış, onla ve biraz da katıştırarak bir ev almış. Adama diyorlar ki tam emekli olmuş, hastaneye gidiyor, kardeşim sen kanser hastasi olmuşsun. Bütün aile bir geriliyor, tabii bir hayır var, ama o şeyi daha alamadı bizim insanlarımızın bir kısmı. Ne yapalım diyor, buna en 200 milyar gerekir diyor adam, tedavisi için. Nasıl yapacağız diyor, işte bulacaksın diyor. Yoksa git başının çaresine bak kendin bilirsin, hemşerim diyor, adam işine bakıyor, yüzüne de bakmıyor. Bu çok korkunç bir şey, her hasta bizim sorumluluğumuzdadır millet olarak. Hasta olmak suç değildir, şereftir, onurdur ve yükümlülüğü bizim üzerimizdedir. Hasta olduğunda o kişi, o kardeşimiz artık bize emanettir, milletçe bize emanettir. Ona biz bakacağız, yemesinden, içmesinden, konforundan, neşesinden, mutluluğundan, tedavisinden, her şeyinden biz sorumluyuz. HASTADAN PARA ALINMAZ, en kaliteli, en güzel hastaneye gidecek, BİRİNCİ SINIF HASTANEYE GİDECEK KANSER HASTASI; ORADA ASLANLAR GİBİ TEDAVİ OLACAK, HÜRMET GÖRECEK, SEVGİ GÖRECEK, HATTA ONUN GÜZEL GENİŞ SALONLARINDA OTURTACAKLAR. Dini sohbetler yapılacak, konuşacak, morali güçlü olacak onun. Çünkü bu tip hastalıklar da biliyorsunuz moral önemli. Adama sen evini sattırırsan, arabasını sattırıyorsun, bankadaki bütün paralarını alıyorsun, borca sokuyorsun, adamı tedavi ediyorsun. Ama tedavi oluyor mu olmuyor mu o da ayrı mesele; adamı çift yerden vurmuş oluyorsun bu sefer. Hem hastalığına sevgi ve şefkat göstertmeyerek hem de ekonomik yönden çökerterek. HASTADAN PARA ALINMAZ; BİZ MİLLİ BİR TERBİYE OLARAK BUNU YAPACAĞIZ. Bu asla kabul edilecek bir şey değildir.

Ne Oldu

Zaman, 3 Ocak 2011

Türkiye, sağlık alanında büyük bir adıma daha imza attı. Sağlık bakanlığının genelgesine göre özel hastaneler, kanserden doğuma, yoğun bakımdan kalp hastalıklarının tedavilerine kadar birçok konuda vatandaştan ilave ücret talep edemeyecek.

İstediğiniz Bir Şeye Ulaşmak İçin, Elinizden Gelenin En Fazlasını Yapıyor Musunuz?

İnsan fıtratında var olan en önemli özelliklerinden biri ‘istemek’tir. Allah, insanın ruhuna güzelliklere, iyiliklere, nimetlere karşı, hayatının sonuna dek bitmeyecek bir istek vermiştir. Dolayısıyla dünya üzerinde, kendisine nimet verilmesinden, iyilik yapılmasından, güzellik sunulmasından hoşlanmayacak tek bir insan yoktur.

Ancak insanların büyük bir çoğunluğu bu isteklerine, hiç emek vermeden, hiç akıl kullanmadan ve hiç sıkıntıya girmeden kavuşmak isterler. Dünyanın en güzel nimetleri daima hiç koşulsuz önlerine gelsin; insanlar kendilerine karşı olabilecek en güzel ahlakı göstersin; sıkıntı, zorluk, yokluk onlara hiç dokunmasın; her işleri olabilecek en kolay şekilde hallolsun; hayatlarının akışı hep en istedikleri şekilde gerçekleşsin; hastalıklar, eksiklikler, acizlikler, sabretmeyi, emek vermeyi, irade göstermeyi gerektirecek olaylar onlardan hep uzak olsun isterler...

Oysa Allah insanın ruhunda iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere karşı eğilim yaratırken, insanın bu sonuca ulaşmak için ‘emek vermesini’ de istemiştir. Allah, ancak hayatını akıllarını kullanarak, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak için çaba harcayarak geçiren kulları için cennet vadetmiştir. Kuran'da, iyiliğe, güzelliğe ulaşmak isteyen insanların göstermekle yükümlü oldukları bu ‘bir ömür süresince, kesintisiz olarak gösterilecek olan ciddi çaba’nın önemi şöyle hatırlatılmıştır:

Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra Suresi, 19)

Mal ve çocuklar, dünya hayatının çekici-süsüdür; sürekli olan 'salih davranışlar'ise, Rabbinin Katında sevap bakımından daha hayırlıdır, umut etmek bakımından da daha hayırlıdır. (Kehf Suresi, 46)

İşte bu, dünya ve ahiret hayatında güzellikler oluşmasını isteyen bir insanın asla unutmaması gereken kesin bir gerçektir. Müminin sorumluluğu, hayatının sonuna kadar Allah rızası için emek vermek, çabalamak, hayırlarda yarışmak ve bu uğurda yorulmaktır:

Demek ki, gerçekten zorlukla beraber kolaylık vardır.

Gerçekten güçlükle beraber kolaylık vardır.

Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın (dua ve ibadetle) yorulmaya-devam et.

Ve yalnızca Rabbine rağbet et. (İnşirah Suresi, 5 - 8)

Bir şeyleri istemek, ama bu yönde hiçbir çaba harcamadan oturup beklemek, müminin kendisine yakıştıracağı bir ahlak şekli değildir. Örneğin eğer İslam ahlakının dünyaya yayılmasını istiyorsa, bunun için çaba harcamalıdır. İnsanlar arasında iyiliğin yaygınlaşmasını istiyorsa, iyiliği en iyi yaşayan olup herkese örnek olmalıdır. Oturduğu yerin temiz ve düzenli olmasını istiyorsa, harekete geçip temizlik yapmalıdır. Dostluğu, saygıyı, sevgiyi yaşamak istiyorsa, ahlakını, sevilecek, saygı duyulacak, dost olunacak bir hale getirmelidir. Başkalarından güzel ahlak görmek istiyorsa, tavırlarıyla, sözleriyle güzel ahlakın tüm detaylarını insanlara öğretebilecek ve onları da teşvik edecek bir ahlak sergilemelidir.

Ancak bazen de bir insan elinden gelen her türlü çabanın en fazlasını gösterir. Ama dünya hayatındaki imtihanın gereği olarak, her istediğini elde edemeyebilir. Fakat Allah kullarına, şartlar nasıl görünürse görünsün, her halikarda yine de ‘umut içerisinde dua etmelerini’ bildirmiştir:

... O'na korkarak ve umut taşıyarak dua edin. Doğrusu Allah'ın rahmeti iyilik yapanlara pek yakındır. (Araf Suresi, 56)

"... Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87)

Dolayısıyla inanan bir insan, istediği bir şey gerçekleşmese de, Allah'a olan güveninden ve Allah'ın sonsuz gücünü bilmesinden dolayı hayatının sonuna kadar bu yönde dua etmeye ve çaba harcamaya devam eder. Eğer isteği gerçekleşmiyorsa, Allah'ın bunda hayır ve hikmetler yarattığını; kendisi için en güzel ve yararlı olanı en iyi Rabbimiz'in bildiğini bilir. Ve gönül rahatlığıyla Allah'a teslim olur. Gösterdiği samimi ve ihlaslı çabanın Allah Katında ve sonsuz hayatında mutlaka en güzeliyle karşılık göreceğini ummanın tevekkülünü yaşar.

Allah Kuran'da, ‘hayatı boyunca istemekten bıkkınlık duymayan’ ancak ‘isteklerinin dışında bir durumla karşılaştığında da, hemen inancını ve umudunu yitiren, dağılan insanların varlığından’ da bahsetmiştir. İşte bu, gösterdiği çabayı, Allah'ın rızasını umarak değil, sadece nimete kavuşmak için gösteren kimselerin durumudur.

İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur.

Oysa ona dokunan bir zarardan sonra Tarafımız'dan bir rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır.
Ve ben kıyamet-saatinin kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbim'e döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azaptan taddıracağız. (Fussilet Suresi, 49-50)

İşte, hayatında iyiliklere, güzelliklere ve nimetlere ulaşmak isteyen insanların bu önemli gerçekleri asla unutmamaları gerekir:

- İyiliği, güzelliği ve nimeti, ihlasla ve Allah rızası için istemek...

- Bir şeyi isteyip, sonra hiçbir çaba harcamadan, akıl kullanmadan, sıkıntılara göğüs germeden beklemenin mümin tavrı olmadığını unutmamak...

- İstekleri gerçekleşmese de, Allah'a güvenmekten asla vazgeçmemek...

- Asla ümit kesmemek; hayatın sonuna kadar Allah'a güvenip, umut ve korku arasında dua etmek...

Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarak Göç Ederler?

Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarak Göç Ederler?
  • Kuşlar göç esnasında neden tek hizada uçmazlar?

  • V şeklinde uçmak kuşlara nasıl bir üstünlük sağlar?

  • Göç yolculuğu esnasında niçin her kuş sırayla en öne geçer?

    Yüce Allah’ın yarattığı canlılar içinde birçok tür şaşırtıcı göç seyahatleri yapar. Rabbimiz’in ilhamıyla göç eden bu canlılar içinde en hareketlileri kuşlardır. İnsanların çoğu zaman ulaşım araçlarıyla bile hızlarına ulaşmakta güçlük çektikleri kuşlar, çok özel uçuş teknikleri ile yolculukları sırasında uzak mesafeler katederler. Bu tekniklerinden biri de sürü halinde hareket eden kuşların “V” şeklinde uçmalarıdır.

    Kuşlar Neden “V” Şeklinde Uçarlar?

    Göçmen kuşların birçoğunun seyahatleri sırasında sürüler oluşturmalarının birçok sebebi vardır. Sürü oluşturma, düşmanlara karşı bir caydırıcılık sağladığı gibi uçuş esnasında sürüye başka avantajlar da sağlar. Bu avantajlardan biri “V” şeklindeki uçuş tekniğinde gizlidir. Çünkü bu uçuş şekli ile öncelikle en öndeki kuş, bir arkadaki kuşa gelecek rüzgarı ve hava direncini engeller ve enerji tasarrufu sağlar. Kuşların bu uçuş tekniği bisiklet takım yarışlarında birbiri arkasına saklanarak giden ve sık sık en öndekini değiştiren yarışmacılarda görülür. Araba yarışlarında da arkadaki araba öndekine mümkün olduğunca yaklaşarak, onun kestiği rüzgar ve hava akımının avantajı ile daha az yakıt harcamayı amaçlar. Kuşlarda da kanatlar birbirine değmediği sürece bir kuşun hemen yanında pozisyon alarak uçmak oldukça avantajlıdır. Böylece kuş öndekinin ve yanındakinin koruyucu etkisinden maksimum düzeyde yararlanabilir.

    Kuşlar sürü halinde V şeklindeki uçuş ile hareket ederlerken, en öndeki kuşlar havanın kendilerine karşı oluşturduğu direnci arkadan gelen kuşlar için daha aza indirirler. Öndeki kuş kanadını çırptığında, kanadının ucunda bir hava boşluğu, yani bir girdap oluşur. Arkadaki kuş buraya yükselen havayı kanatlarının altında bularak ve daha az enerji sarf ederek yüksekliğini muhafaza eder. Bu kuşun hareketinden de bir arkadaki kuş faydalanır. Bu uçuş şeklinin daha ziyade büyük kuşlarda görülmesinin nedeni de bunların büyük kanatları ile oluşturdukları hava hareketinin büyüklüğü ve arkadaki kuşun işine yarayabilmesidir. Bu şekilde enerji tasarrufu sağlayan sürü halindeki kuşlar genellikle tek başına olan kuşlardan daha hızlı uçarlar. Kuşların göç ederken her bir kuşun yanındaki kuş ile aynı derecede hava sürtünmesine tabi tutulmasının avantajını pilotlar çok iyi bilirler. Bu uçuş şeklinin avantajı pilotların “kanat ucu girdabı” dedikleri durum ile aynıdır.

    Kanat Ucu Girdabı ile Kuşların V Şeklindeki Uçuşu Arasındaki Teknik Benzerlik:

    Bir uçakta kalkışın çoğunu kanat sağlar, ancak kanatlar aynı zamanda sürüklenmeye neden olur. Kanadın üzerinden akan hava, uçağın gövdesinden içeri doğru akmaya eğilimlidir. Bu arada kanatların altından akan hava dışarı doğru akmaya meyillidir. Bu iki hava akımı kanadın kuyruk kısmında karşılaşınca kanat uçlarından çıkan dönen bir hava akımı oluşturur. Buna “kanat ucu girdabı” adı verilir. Nemli, soğuk ya da sisli günlerde bu, kanat tarafında oturan yolcular tarafından görülebilir. Kanatların her iki tarafında da girdap vardır. Bu dönen hava akımı, kanadın altındaki yüksek basınç ve kanadın üstündeki alçak basınç nedeniyle oluşur. Normalde hava kanat ucunun etrafında yüksek basınçtan alçak basınca doğru akar ki bu yukarı doğru bir akım oluşturur; işte kuşlar tüm yolculuklarında bu akımı takip ederler. (Atmospheric Flight )

    Kuşların takip ettiği bu akım gibi doğanın her detayında muazzam bir akıl, plan ve yaratılış ortaya çıkmaktadır. Bu, Yüce Allah’ın tabiat üzerindeki mutlak egemenliğinin alametlerindendir:

    “Allah, yedi göğü ve yerden de onların benzerini yarattı. Emir, bunların arasında durmadan iner; sizin gerçekten Allah’ın herşeye güç yetirdiğini ve gerçekten Allah’ın ilmiyle herşeyi kuşattığını bilmeniz, öğrenmeniz için.” (Talak Suresi, 12)

    “V” Şeklindeki Uçuş Tekniği Kuşlar Arasındaki Fedakarlığın da Bir Örneğidir

    Sürü halinde uçan kuşlar binlerce kilometrelik zorlu yolculuklarda diğerlerinin enerji tasarrufu yapmasına imkan tanırlar. Kuşkusuz söz konusu durum göç eden kuşların birbirleri için yaptıkları bir fedakarlığı da ortaya çıkarır. Her kuş sırayla en öne geçer. Çünkü tek hiza şeklinde ve daima önde bir lider ile uçulursa her kuş eşit derecede enerji tasarrufu sağlayamaz. Tek hizada uçan çok sayıda kuştan ortada olan kuşlar, uçlarda olan kuşlara göre iki kat daha avantajlıdırlar. Bunun sebebi ortada uçan kuşların her iki tarafta bulunan komşu kuşlar tarafından oluşturulan ve hava akımının etkisini azaltan bir alanda uçmalarıdır. Lider değiştirerek sürdürülen düzgün bir V şeklinde, her kuş aynı uçuş avantajını eşit miktarda kullanarak hemen hemen aynı miktarda enerji harcar. Eğer üyelerden biri V şeklinin önünde ilerliyorsa, o zaman uçuşu için daha fazla güce gereksinim duyduğunda sıranın arkasına geçer ve yerini arkasındakine bırakır. Tekrar en ön sıraya geri dönene kadar da hızı düştüğünden daha az enerji harcayarak güç toplar. Kuşların V şekli oluşturarak hiç itiraz etmeden, sürünün düzenini bozmadan, daima birbirlerini düşünerek hareket etmesi çok büyük bir mucizedir. Bu mucizevi duruma uçuşa yeni katılmış genç kuşlar bile hemen adapte olurlar.

    Göç eden kuşların uçuş esnasındaki bu fedarlıkları ve düzenlerini, yeryüzündeki canlı cansız her varlığı yaratan Yüce Allah var etmiştir. Bu durum Yüce Allah’ın kudretini, herşeye Kadir olduğunu ve benzersiz yaratan olduğunu kanıtlayan delillerdendir. Rabbimiz kuşların bu uçuş tekniğini onların tam ihtiyaçlarına yönelik olarak yaratmıştır. Bu gerçeğe bir ayette şöyle dikkat çekilir:

    “Yeryüzünde hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki, sizin gibi ümmetler olmasın. Biz kitapta hiçbir şeyi noksan bırakmadık, sonra onlar Rablerine toplanacaklardır.” (Ena’m Suresi, 38)

    Sonuç: Evrimciler Canlılardaki Fedakarlığı Açıklayamıyor

    V şeklinde uçmak, göç eden kuşlar için büyük bir avantaj ve birbirlerine kolaylık sağlamaktadır. Enerji tasarrufu amacıyla yapılan bu teknik uçuş aynı zamanda canlılar arasındaki fedakarlığın ve yardımlaşmanın en güzel örneklerinden birini de sunmaktadır. Çünkü kuşlar V şeklinin tek avantajsız yeri olan ön kısmına sakat ya da güçsüz olan kuşları getirmemekte, bu şekilde onların güç kazanmasına yardımcı olmaktadırlar. Bir canlının diğerlerine kolaylık sağlayacak bir ortam oluşturmak için çalışması, evrimcilerin, canlıların bencil oldukları ve sadece kendi çıkarlarını düşündükleri iddiasına da açık bir cevap niteliğindedir. Evrimcilerin iddialarına göre olması beklenen her canlının sadece kendi çıkarlarını düşünerek hareket etmesidir. Ancak bu gerçekleşmez ve kuşlar birbirleriyle yardımlaşarak son derece zorlu yolculukları büyük bir rahatlık içinde gerçekleştirirler. Kuşkusuz bu durum Yüce Allah’ın her canlıya yapacağı işleri ilham etmesi ile mümkündür. Onlar da buna eksiksiz olarak itaat ederek herşeyin Rabbi, üstün güç sahibi olan Yüce Allah’a gönülden boyun eğmektedirler. Bu gerçeğe bir Kuran ayetinde şöyle dikkat çekilir:

    “Göklerde ve yerde olanların tümü Allah’ı tesbih eder. Mülk O’nundur, hamd (övgü) de O’nundur. O, herşeye güç yetirendir.” (Teğabün Suresi, 1)

    Kuşlar Neden Yüksekten Uçmayı Tercih Ederler?

    Göçmen kuşların bazıları imkansız gibi görünen yüksekliklerde uçarlar. Örneğin sırtı kırmızı kum çulluğunu ve diğer bazı küçük göçmen kuşları 7.000 m yükseklikte görmek mümkündür ki bu uçakların geçtiği şerittir. Bir kuğu türünün 8.200 m yükseklikte uçtuğu görülmüştür. Bazı kuşlar da stratosfere (atmosferin 8-40 km yükseklik arasındaki ince tabakası) ulaşırlar. (John Downer, Supernature, The Unseen Powers of Animals, s.121) Çubuk kafalı kazların (bar headed geese) stratosferin başladığı yere yakın olan 9.000 m yükseklikte Himalayaları geçtikleri belirlenmiştir. (http://www.npwrc.usgs.govresource/othrdata/ migratio/when.htm)

    Kuşların neye göre uçuş yüksekliklerini belirledikleri tam olarak bilinmemektedir. Fakat yüksekten uçuş bu canlılara birçok yarar sağlar. Böylece hem tanıdık yer şekillerini daha iyi belirler, hem sis ve bulutların üzerinde uçarak görüş mesafelerini artırır, hem de fiziksel engellerin üstesinden gelirler. Örneğin bazı kuşlar su kaybını aza indirgemek için çok yükseklerde uçarlar. Çünkü hava yüksek seviyelerde daha serindir, bu ise kuşların daha az su kaybetmesi demektir. (Migration of Birds)

    Göçmen kuşlara bu kadar çok avantaj sağlayan yüksekten uçuşun, bazı zorlukları da beraberinde getireceği düşünülebilir. Örneğin bu yükseklikte oksijen konsantrasyonu deniz seviyesindekinin üçte birinden daha azdır. Ancak kuşlar hiçbir zorlukla karşılaşmazlar çünkü vücut sistemleri yüksek uçuşa uygun yaratılmıştır. Kazların ve diğer kuşların bu düşük oksijen seviyesi ile baş edebilmeleri için kanlarında bulunan oksijen taşıyabilen hemoglobin molekülü son derece verimli bir yapıya sahiptir. Ayrıca oksijenin uçuş kaslarına taşınabilmesi için vücutlarında yüksek yoğunlukta kılcal damarlar vardır. Kuşlara özgü olan “avien akciğer” yapısı ise, havanın akciğerlerde tek yönlü olarak sürekli hareket halinde olmasını, dolayısıyla kuşun her an temiz oksijenli hava solumasını sağlamakta, böylece havadaki oksijeni en verimli şekilde kullanmalarına imkan tanımaktadır.

    Göçmen kuşların soğuğa nasıl dayandıkları ise hala bir sırdır. Bu yükseklikte ısı -50°C’nin altına düşebilir ve göç eden kuşlar birkaç gün boyunca bu dondurucu koşullarda yaşamak zorunda kalabilirler. (John Downer, Supernature, The Unseen Powers Of Animals, s.122)

    Her canlı ömrü boyunca karşılaşabileceği zorluklara güç yetirebilecek şekilde yaratılmıştır. Kazların bu yükseklikte ve bu derece az oksijen bulunan ve kimi zaman dondurucu soğukların hüküm sürdüğü bir ortamda uçabilmeleri vücutlarındaki özel yapı sayesinde mümkündür. Bu yapı bilinçsiz doğa mekanizmalarıyla, rastlantılarla, kısacası “evrim”le ortaya çıkmamıştır. Onları bu eksiksiz özelliklerle yaratan göklerin ve yerin Hakimi olan Yüce Allah’tır. Allah herşeyin başını ve sonunu bilir ve yeryüzünden gökyüzüne tüm canlıları da her yönden mükemmel özelliklere sahip olarak yaratmıştır:

    “Gökleri ve yeri (bir örnek edinmeksizin) yaratandır. O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “Ol” der, o da hemen olur.”(Bakara Suresi, 117)

    V Şeklindeki Uçuş Sonucu Yapılan Enerji Tasarrufu Bilimsel Olarak Kanıtlanmıştır

    Bilimsel raporlara göre 25 kuşun bir arada uçması, aynı miktarda enerji kullanarak tek başına uçan bir kuşa göre %70 oranında kazanç sağlar. Birlite uçan kuşlar aynı zamanda şekilli uçuşlarda, tek başına uçan kuşa göre ekonomik bir hızda, yani %24 oranında daha az hızla uçarlar. (Why Birds Fly in Vees)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 50. sayfada yayınlanmıştır.
  • Arabalardaki Gaz-Fren Sisteminin Kalpteki Örneği

    Arabalardaki Gaz-Fren Sisteminin Kalpteki Örneği
    Çok basamaklı bir merdiveni hızlı bir şekilde çıktığında, koştuğunda ya da heyecanlandığında kalp atışlarının hızlandığını, daha sonra kalbin tekrar eski ritmine döndüğünü her insan hissedebilir. Ancak bunun aslında ne kadar büyük bir mucize olduğu genellikle düşünülmez. Kalp atışlarının hızı, vücudun içine yerleştirilmiş, bir bilgisayar sistemine benzeyen mükemmel bir yapı tarafından düzenlenir.

    Kalp atışları hızlandığında, vücuda yeterli oksijen sağlanamazsa, hücreler elektriksel dengelerini kaybederler ve hızlı ve düzensiz atmaya başlarlar. Bu nedenle kalbin düzenli bir ritmde, sürekli atması son derece önemlidir. Bu işlemi, sabit hızla yol alan bir arabanın çalışmasına benzetebiliriz. Ancak belirli durumlarda kalbin temposunun hızlandırılması ya da yavaşlatılması gerekir. Bu da sabit hızla yol alan arabanın gaz pedalına basılarak hızlandırılması ya da fren pedalına basılarak yavaşlatılmasına benzer. Kalbin ritmini azaltan fren pedalı “vagus sinirleri”, kalbin ritmini hızlandıran gaz pedalı ise “sempatik sinirler”dir. Fren pedalının (Vagus sinirlerinin) harekete geçmesini sağlayan ise asetilkolin isimli haberci moleküldür.

    Normal şartlarda dakikada 72 defa atan kalp, efor sarf edildiğinde, stres altında, kişi ateşlendiğinde ve buna benzer olağanüstü durumlarda, fazladan kana ihtiyaç duyduğu için, SA nodu (kalbin atış hızını ayarlayan hücre grubu) hızını artırır. Böylece ihtiyaç duyulan kan pompalanmış olur. Sempatik sinirler de damarları daraltarak kan basıncını artırır, ayrıca böbrek üstü bezi adrenalin ve noradrenalin hormonlarının salgılanmasını sağlar. Bu hormonlar kalbin çalışma hızını artırırlar. Tiroid bezinden salgılanan tiroksin hormonu ise metabolizmayı hızlandırarak kalbin çalışmasını etkiler. Artan kalp hızı, kalbin verimini dinlenme seviyesinin beş katına çıkarabilir.

    Sempatik sinirler bir arabadaki gaz pedalı gibi kalbi hızlandırırlar; onu yavaşlatmak ise parasempatik sistemin görevidir. Parasempatik sistem gerektiğinde kalp kaslarının büzülme kuvvetini hafifleterek, kalp ritmini dakikada 40 vuruşa kadar yavaşlatabilir. Atardamarlardaki alıcılar, kan basıncının arttığını hissettiklerinde, asetilkolin denilen kimyasalın salgılanması için parasempatik sinirler aracılığıyla beyni uyarırlar. Böylece kan damarları genişler; basınç düşer. Eğer temiz kanı vücuda taşıyan damarlar gerektiğinde genişlemeseydi, yırtılıp parçalanırlardı. Bunun sonucunda kafatasının içine kan dolabilir ve beyne yeterli kan gitmediği için kişi felç olabilirdi.

    Çok sayıda koşulun tam bir kusursuzluk içinde biraraya gelmesini gerektiren bu düzen, bize Yüce Rabbimiz’in ilmini tanıtan örneklerden biridir. Bir Kuran ayetinde şöyle bildirilmektedir:

    “... Rabbim, ilim bakımından herşeyi kuşatmıştır. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?” (En’am Suresi, 80)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 55. sayfada yayınlanmıştır.

    Yüzlerce Yıl Uyuyan Tohumlar Nasıl Filizlenir?

    Yüzlerce Yıl Uyuyan Tohumlar Nasıl Filizlenir?
    Bitkilerin fazla bilinmeyen özelliklerinden biri, bazı bitki türlerine ait tohumların çok zor koşullara dayanıklı olmalarıdır. Söz konusu tohumlar zor şartların oluştuğu dönemlerde metabolizma faaliyetlerini azaltarak yani bir anlamda uykuya geçerek daha dayanıklı olurlar. Gerekli şartlar oluştuğunda ise Allah’ın izniyle yüzlerce yıl sonra dahi uyku durumundan uyanarak filizlenirler.

    Her bitki yaşadığı bölgedeki iklim koşullarına uygun özelliklere sahiptir. Örneğin; kurak bölgelerdeki bitkilerde var olan özellikler diğer türlerde yoktur. Bu nedenle çöllerden alınan bir bitkinin kutuplarda ya da tropikal ormanlarda, tropikal ormanlardan alınan bir bitkininse kutuplarda ya da çöllerde yaşaması beklenemez. Çünkü tropikal bölgelerdeki bitkilerin bütün yapıları -yapraklarının büyüklükleri, tohumlarının dayanıklılık özellikleri vs.- bu bölge şartlarına uygundur. Kutup bölgelerinde yetişen bitkilerin özellikleri ise kutup şartlarına uygundur.

    Ancak bazı bitkiler, beklenmedik şekilde ortaya çıkan zorlu şartlara karşı da son derece dayanıklılık gösterirler. Aşırı sıcak hava, kuraklık ya da aksine şiddetli yağmur ve soğuk bitkilerin dayanıklı olmalarını gerektiren şartlardandır. Bu gibi beklenmedik durumlarla karşı karşıya kalan bazı bitkiler ise bir çeşit uyku durumuna geçerek dayanıklılık gösterirler.

    Tohumlar Uyku Durumuna Nasıl Geçer?

    Tohumlarda uyku durumu ilk etap olan kurutma aşaması ile başlar. Tohum, sahip olduğu suyu dokularından kaybederek uykuya dalar. Canlı bitki tohumları %90 ila %95 arasında su içerirken, uykudaki tohumların dokuları %5 veya en fazla %15 gibi su içerir. Bu işlem belirli bir sıralama ile genetik kontrol altında geçekleştirilir. Bu işlemin gerçekleştirilmesinde başlıca etken “absisik asit” adlı bir hormondur. Bu hormon, bitkinin büyümesini engelleyen hormonlardan biridir. Bu hormonun varlığı sayesinde tohum içindeki fonksiyonlar yavaşlar. Uyku durumundaki bir tohumun hücrelerinde, solunum çok azalır, ne beslenme ne de büyüme olmaz.(Françoise Brenckmann, Grains de Vie, s.68)

    On yıllarca hatta yüzyıllarca uyku durumunda kalan ve sonra filizlenen tohumlar vardır. Bu uyku durumu bitkilerin soylarını sürdürmeleri açısından son derece önemlidir. Bitkiler hep aynı yerde bulundukları için zor koşullarda yaşamlarını sürdürebilmelerini sağlayan böyle bir mekanizmanın varlığı zorunludur.(Advanced Plant Physiology, Malcolm B. Wilkins, s.462) Hiç kuşku yoktur ki; bitkiler ve onları meydana getiren tohumlar, Allah tarafından bugünkü özellikleriyle birlikte kusursuz bir şekilde yaratılmışlardır. Bu gerçek Kuran’da şöyle bildirilmiştir:

    “Yaratan, hiç yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? Eğer Allah’ın nimetini saymaya kalkışacak olursanız, onu bir genelleme yaparak bile sayamazsınız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.” (Nahl Suresi, 17-18)

    Lupin Bitkisinin Tahmin Yeteneği

    Bir insanın gökyüzüne bakarak ya da başka yöntemler kullanarak hava tahmini yapması mümkündür. Ancak böyle bir tahmin yeteneğine bir bitkinin sahip olması muazzam bir yaratılış harikasıdır.

    Arktik tundralardaki Lupin bitkisi hava tahmini yapar ve bu tahmin doğrultusunda eğer şartlar olumsuzsa çimlenmez ve toprak altında bir nevi uykuya geçerek havaların düzelmesini bekler.

    Bu bitkinin tohumları, büyümek için yılın belli zamanlarında sıcak havaya ihtiyaç duyar. Tohumlar sıcaklığın yeterli olmadığını fark ettiklerinde bir mucize gerçekleşir, ortam diğer şartlar açısından uygun olsa da tohumlar çatlamaz ve donmuş topraklarda sıcaklığın artmasını beklerler. Uygun ortam tam olarak sağlandığında da aradan geçen zamanın uzunluğuna bakmaksızın lupin tohumları kaldıkları yerden gelişmeye devam ederler. Öyle ki kaya yarıkları arasında yüzlerce yıl bozulmadan, çimlenmeden kalan bitki tohumları bulunmuştur. (Raven, Evert, Curtis, Biology of Plants, World Publishers, New York, 1976, s.346)

    Kendini Korumak İçin Uyuyan Bitki Tohumlarına Diğer Örnekler

    Michigan Üniversitesi tarafından 1879’da başlatılan bir bilimsel çalışmada farklı türlerde tohumlar kavanozların içerisine konmuş ve saklanmıştı. Periyodik olarak kavanozlardaki tohumları filizlendirmek için denemeler yapılmıştı. 1980’lerde yani bu deneye başlandıktan 101 yıl sonra tohumların bazıları filizlenmiştir.

    Danimarka’da 1978’de yürütülen ayrı bir çalışmada, toprağın içerisinde yapılan kazıda 850 yıllık hareketsiz tohumların filizlendiği görülmüştür. (Solomon, Berg, Martin, Villie, Biology, Saunders College Publishing, s.680)

    Yine aynı şekilde Mimosa glomerata’nın tohumları, kurutulmuş bitki koleksiyonlarının tutulduğu bir kapta 220 yıl saklanmış ve tohumlar suyla ıslatılır ıslatılmaz filizlenmiştir. Dayanıklı tohumlara başka bir örnek olarak da, 1942 yılında, 2. Dünya Savaşı sırasında 147 yıllık Albizia julibrissin adlı bitkiyi verebiliriz. Londra’da bulunan British Museum’da saklanan bu tohum yangın söndürme çalışmaları sırasında ıslanınca aradan geçen zamana rağmen filizlenmiştir.(Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications, 1988, s. 46-47) Tundra bölgelerinde hava sıcaklıkları düşük olduğu için bozulma daha yavaş olur. Öyle ki bazı tohumlar, 10.000 yaşındaki buzul tabakalarından çıkarılıp, laboratuvara alındığında gerekli miktarda ısı ve nemin sağlanmasıyla birlikte tekrar hayata dönebilmektedirler. (John King, Reaching for The Sun, 1997, Cambridge University Press, Cambridge, s.117)

    Tohumun Uykudan Uyanması: Filizlenme

    Bir tohum olgunlaştığında genellikle hareketsizdir, hemen filizlenmez. Çünkü tohumun filizlenmesi için pek çok faktörün bir arada olması gerekmektedir. Bir tohumun filizlenebilmesi için öncelikli olarak uygun sıcaklık, nem ve oksijen gereklidir. Bu şartlar bir araya geldiğinde, uyku halindeki tohumlar canlanmaya başlar. Bu şartlardan herhangi birinin eksik olması filizlenmeyi durdurur.

    Tohumun filizlenmesi için suya da ihtiyacı vardır. Çünkü olgun tohumlardaki embriyoların suyu bulunmaz, metabolizmanın tekrar aktif hale gelmesi yani büyüme işleminin başlayabilmesi için hücrelerde sulu bir ortama ihtiyaç vardır. Ayrıca büyüme için gerekli enzimlerin etkinliğinin artması da suya bağlıdır. Bu ihtiyaç tohumların ıslanması ile karşılanır. Tohumların uyanması yani metabolizmalarının harekete geçmesi ile birlikte kök ve filiz de büyür ve bu aşamada hücre bölünmesi başlar.

    Bu aşamada oksijene mutlaka ihtiyaç vardır. Tohum, içindeki besinleri kullanarak oksijenli solunumla enerji ve ısı üretimine başlar. Çünkü çimlenen tohumlarda yeni oluşan bitkinin kısımlarının oluşabilmesi için enerjiye ihtiyaç vardır. Fakat tohumun, topraktaki mineralleri kökleriyle alacak hale gelene kadar beslenebileceği bir kaynağı yoktur. Öyleyse tohum, büyümesi için gerekli olan besini nasıl bulmaktadır?

    Bu sorunun cevabı tohumun yapısında gizlidir. Üreme sırasında tohumla birlikte oluşan besin deposu, bitki filiz verip toprak dışına çıkana kadar tohumlar tarafından kullanılır. Tohumlar bir bitki olarak kendi besinlerini üretir hale gelinceye kadar, bünyelerindeki bu yedek besinlere ihtiyaç duyarlar. Böylece tohumlar gereken zamanda gereken besini elde etmiş olurlar.

    Yazı boyunca verdiğimiz tüm örnekler, Rabbimiz’in benzeri olmayan sonsuz aklının örneklerinden birkaçıdır. Yüce Allah, kuru tahta benzeri tohumlardan mucizevi işlemlerle çeşit çeşit bitkiler yaratmakta ve bu bitkiler vesilesiyle de yeryüzüne hayat vermektedir:

    “Biz gökten belli bir miktarda su indirdik ve onu yeryüzünde yerleştirdik; şüphesiz Biz onu (kurutup) giderme gücüne de sahibiz. Böylelikle, bununla size hurmalıklardan, üzümlüklerden bahçeler-bağlar geliştirdik, içlerinde çok sayıda yemişler vardır; sizler onlardan yemektesiniz.” (Mümi-nun Suresi, 18-19)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 56. sayfada yayınlanmıştır.

    Sinir Sistemi Olmayan Bitkiler Işığı, Kokuyu ve Sesi Nasıl Algılar?

    Sinir Sistemi Olmayan Bitkiler Işığı, Kokuyu ve Sesi Nasıl Algılar?
  • Dışarıdan bakınca ne ağzı, ne gözü, ne de bir sinir sistemi olan bitkiler, yeri geldiğinde bazı duyular konusunda nasıl olup da insandan bile daha hassas olabilirler?

  • Rüzgar altında kalan bitkiler, neden dokularını sertleştirerek rüzgara tepki verirler?

    Bir bitkinin içine yakından baktığımızda çok ilginç sistemlerle karşılaşırız. Bu sistemlerin en önemlilerinden biri, bitkilerdeki tepki mekanizmalarıdır. Yani dışarıdan bakınca ne ağzı, ne gözü, ne de bir sinir sistemi olan bitkiler, yeri geldiğinde bazı duyular konusunda insandan bile hassas olabilmektedir. Bitkilerin bunu nasıl gerçekleştirdiğini araştıran bilim adamları, Rabbimiz’in yaratma ilmini gözler önüne seren muazzam detaylar ve mucizelerle karşılaşmışlardır:

    Bitkilerin Görme Duyusu: Işığa Duyarlı Proteinler

    Bitkilerin bizim gibi gözleri yoktur, ama bizim gördüğümüzden daha fazlasını görürler. Çünkü onların ışığa duyarlı bileşiklerden oluşmuş proteinleri vardır. Bu sayede bizim gördüğümüz ve göremediğimiz bütün dalga boylarını algıladıkları gibi, ışığa karşı duyarlılıkları insan gözünden daha fazladır. (Bilim ve Teknik, Bitkilerin Duyuları, Haziran 2000, s.71)

    Bitkiler bu görme yeteneklerini kullanarak büyümek ve hayatta kalmak için gerekli olan; ışığın yoğunluğu, kalitesi, yönü ve periyodu gibi koşulları tespit ederler. Bitkinin bir günlük hayat düzeni kendini ışığa göre kuran bir “iç saat”in kontrolündedir. Bu aşamada neler olduğunu bilimsel olarak açıklamak gerekirse, bitkide ışığı görmekle görevli iki protein ailesi bulunur. Bu iki aileden biri, beş farklı çeşidi olan “fitokrom”, diğeri ise iki farklı çeşidiyle “kriptokrom” adlı proteinlerdir. Bu proteinler aynı zamanda ışığı algılayabilen birer ışık reseptörüdürler. Bu sayede bitkinin içindeki saati, ışığın her an yaptığı değişikliklere göre kurmakla görevlidirler. (Paul Simons, “The Secret Feeling of Plant”, New Scientist, vol 136 sayı 1843, 17 Ekim 1992, s. 29 http://www.rrz.uni-hamburg.de/biologie/b_online/e30/30b.htm)

    Tatma Duyusu Görevi Gören Enzim ve ANR1 Geni

    Bitkiler sadece güneş ışığıyla yaşayamazlar; ihtiyaçları olan besinleri tatmak için dilleri yoktur ama yine de bunu başarmaları gerekir. Tat duyusu, topraktan mineral ve besinleri alan bitki kökleri için çok önemlidir. Arabidopsis (tere otu) adlı bitkide yapılan araştırmalarda, bir genin nitrat ve amonyum tuzlarının bol olarak bulunduğu yerleri tespit ettiği ortaya çıkarılmıştır. Bu gen sayesinde kökler gelişigüzel değil, besin yönünde gelişerek bilinçli bir hareket sergilemektedir. Nitratları tespit eden bu gen ANR1’dir. (http://www.biology.leeds.ac.uk/centres/LIBA/cps/zhang.htm)

    Bu gen dışında, Teksas Üniversi-tesi’nde yapılan diğer bir araştırmada “apiraz” adlı yeni bir enzim keşfedilmiştir. Kök yüzeyinde bulunan bu enzim, mantar gibi toprağa karışmış mikroorganizmaların ürettiği ATP’yi (adenozin trifosfat) tadabilmektedir. ATP molekülü doğada her zaman hazır olan kısa süreli bir enerji rezervidir. Apiraz, bitkinin ATP’yi alıp fosfat besinlerine dönüştürmesini daha sonra da emmesini sağlar. (http://www.esb.utexas.edu/roux/) Bitkilerin bir çöpçü gibi hücre dışındaki ATP’yi toplayıp kullanılır hale getirmesi ise yeni keşfedilmiş bir mucizedir.

    Bitkilerin Avlanmasını ve Dayanıklılık Kazanmasını Sağlayan Dokunma Duyusu

    Tatma duyusu gibi dokunma duyusu da bitkilerde çok sık rastladığımız algılardandır. Venüs (Dionaea muscipula) gibi etçil bitkiler, üzerlerine konan böceği bir anda yakalarlar. Resimde görülen mimoza (Mimosa pudica) bitkisi ise en hafif dokunuşta bile ince yapraklarını aşağı doğru indirir. Bezelye ve fasulye gibi tırmanıcı bitkiler hassas dokunma duyuları sayesinde filizlerini sağlam desteklerin etrafına sararlar. Son yapılan araştırmalarda neredeyse bütün bitkilerin bu dokunma duyusuna sahip oldukları ortaya çıkmıştır. (http://www.rrz.uni-hamburg.de/biologie/b_online/e32/32d.htm) Bitkiler genelde yapraklara büyük zarar verebilecek rüzgarın şiddetine karşı da dokunma duyusunu kullanırlar. Rüzgar altında kalan bitkiler dokularını sertleştirerek tepki verir ve böylece şiddetli rüzgarlarda kırılmaktan kurtulurlar. Araştırmacılar, dokunma duyusunun güçlendirilmiş doku üretimine nasıl yol açtığını halen bulmaya çalışmaktadırlar.

    En çok üzerinde durulan teoriye göre, bitki sallandığında kalsiyum iyonları, hücrede kimyasal depo işlevi gören geniş odalardan yani vakuollerden hücre sıvısına geçer. Bu kalsiyum akışı bitki hareket ettiğinde veya bitkiye dokunulduğunda meydana gelen ilk harekettir. Bu hareket, saniyenin onda biri gibi bir hızla gerçekleşir. Daha sonra kalsiyum iyonlarının akışı hücre duvarlarının güçlendirilmesiyle ilgili olan genleri harekete geçirir ve son derece kompleks bir süreç sonunda dokunulan bölgede kalınlaşma olur. (http://www3.telus.net/Chad/pulvinus.htm)

    Bir bitkinin yaşayabilmek için ihtiyacı olan tüm özelliklere son derece kompleks sistemler sayesinde sahip olması, tek bir bitkinin tek bir yaprağının dahi tesadüfen oluşamayacağını görmek ve kavramak için yeterlidir. Bitki hücreleri, beyni, eli, gözü, şuuru ve bilgisi olmayan gözle görülemeyecek kadar küçük varlıklardır. Bu varlıkların, “rüzgarda bitkiyi nasıl kurtarabiliriz?” diye düşünüp bir yöntem geliştirmeleri imkansızdır. Üstelik bu, iç içe geçmiş ve domino taşlarının birbirini yıkması gibi birbirini aktif hale getiren parçalardan oluşmuş bir sistemdir. Bu sistemi ne hücreler kendi akıl ve iradeleriyle oluşturabilirler, ne de tesadüfler böyle kusursuz bir plan ve sistem oluşturabilirler. Tüm bunlar, sonsuz bir ilim ve akıl sahibi olan Allah’ın varlığının delillerindendir.

    İşitmeden Sorumlu Hormon: Giberellik Asit

    Başta North Carolina Wake Forest Üniversitesi olmak üzere çeşitli merkezlerde yapılan araştırmaların sonucunda, bitkilerin belirli bir ses frekansını veya titreşimi algılayabildikleri belirtildi. Örneğin, Wake Forrest’da yapılan bir deneyde, normal filizlenme oranı %20 olan turp tohumlarının, belirli bir frekanstaki sese uzun süre tabi tutulduklarında, filizlenme oranlarının %80-90 civarında arttığı görülmüştür. Araştırmacılar, elongasyon (uzama) ve tohum filizlenmesinde aracılık eden “giberellik asit” adlı bitki hormonunun, “işitmeden” de sorumlu olduğunu belirtmektedirler. (“Sensitive Flower”, New Scientist, 26 Eylül 1998, s.24)

    Bitkileri Sinir Sistemleri ve Beyni Olmadığı Halde İşiten, Gören ve Duyan Kılan Yüce Rabbimiz’dir

    Bu aşamada unutmamamız gereken bir nokta vardır. Bitkilerin beyni ya da sinir sistemi yoktur. Yani bir insan bir nesneye dokunduğunda, onu gördüğünde veya tattığında sinir sistemi ve onun bağlı olduğu beyinde belirli mesajlaşmalar ve komutlar serisi devreye girer. Hafıza, idrak, gibi unsurların da devreye girmesiyle bilinçli bir hareket için karar alınır. Oysa bitkiler böyle bir sinir sistemi, beyin, idrak ve hafızaya sahip değildirler. Ancak buna rağmen, son derece bilinçli davranışlara sahiptirler. Adeta görüyor gibi belli bir yöne dönmekte, dokunuyor gibi kendilerine en uygun zemini bulabilmekte veya tat alabiliyormuş gibi topraktaki birçok madde içinden kendilerine yarayan maddeleri seçebilmektedirler. Dışarıdan bakınca bilinçli yapıldığı görülen hareketlerin ardındaki akıl, elbette kendilerine değil, onları üstün bir akılla yaratmış olan Allah’a aittir. Bitki de diğer canlılar gibi yaprağından köklerine varıncaya dek Yaratıcımız olan Allah’a boyun eğmiş durumdadır. Kuran’da bu gerçek şöyle bildirilmektedir:

    “Göklerde ve yerde her ne varsa -isteyerek de olsa, istemeyerek de olsa- Allah’a secde eder. Sabah akşam gölgeleri de (O’na secde eder).”(Rad Suresi, 15)

    Toprak Altında Filizlenen Bir Bitki Güneş Işığını Nasıl Takip Edebilir?

    Tohumların toprağı yararak içinden çıkmaları herkes için çok alışılmış bir görüntüdür. Ama tohumun büyümesi sırasında gerçekte bir mucize gerçekleşmektedir. Ağırlığı ancak “gram”larla ifade edilebilecek olan tohum, üzerindeki kilolarca ağırlıktaki toprağı delerek yukarı çıkarken hiç zorlanmaz. Tohumun tek amacı toprağın üstüne çıkıp ışığa ulaşmaktır. Çimlenmeye başlayan bitkiler incecik gövdeleriyle sanki boş bir alanda hareket ediyormuş ve üzerlerinde onca ağırlık yokmuş gibi, oldukça rahat bir şekilde, yavaş yavaş gün ışığına doğru yol alırlar.

    Toprağın altındaki tohumun yüzeye çıkış yolu çeşitli yöntemlerle kapatılarak, gün ışığına ulaşmasını engellemek için deneyler yapılmıştır. Deneyler sonucunda ortaya çıkan sonuçlar çok şaşırtıcı olmuştur. Tohum, önüne çıkan her engelin etrafından dolaşacak kadar uzun filizler çıkartarak ya da büyüdüğü yerde baskı oluşturarak sonuçta yine gün ışığına ulaşmayı başarmıştır. Tohumların filizlenme işlemi hızlandırılmış görüntü şeklinde izlendiğinde filizin kararlılığı ve yönünü şaşırmadan Güneş’e doğru hareket etmesi çok daha iyi anlaşılmaktadır. Peki zifiri karanlık toprak altında tohumdan çıkan filizler güneş ışığını nasıl tespit edebilirler?

    Bitkilerde büyümeyi yönlendiren uyarılar, ışık ve yerçekimidir. Tohum-dan çıkan ilk kök ve filiz bu iki çeşit uyarıya karşı oldukça duyarlı sistemlerle donatılmıştır. Filizlenen bitkinin köklerinde yerçekimi sinyallerini algılayan hücreler bulunur. Yukarıya doğru yükselen gövde kısmında ise ışığa duyarlı olan hücreler bulunur. İşte bu hücrelerin ışığa ve yerçekimine duyarlı olması da bitkinin parçalarını gereken yerlere doğru yönlendirir. Bu iki uyarı türü, köklerin ve filizin büyüme yönü eğer dikey değil de farklı bir yöne doğru ilerliyorlarsa, yönlerini düzeltmelerini de sağlar. (Malcolm Wilkins, Plantwatching, New York, Facts on File Publications, 1988, 65-66)

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 60. sayfada yayınlanmıştır.
  • Dost olunacak bir insanda aranılacak en hayati özelliklerden biri 'güvenilirlik'tir

    Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)

    Dost olunacak, sevilecek, saygı duyulacak bir insanda aranılan birçok önemli özellik vardır. Fedakarlık, duyarlılık, ince düşünce, şefkat, merhamet, akıl, dikkat, dürüstlük, vefa ya da sadakat gibi... Bu özelliklerin her birinin, karşı taraf üzerinde oluşturduğu ayrı ayrı olumlu etkileri vardır. Ve elbetteki her insan, dost olacağı kimsenin, bu güzel özelliklerin her birine en mükemmel şekilde sahip olmasını ister. Ancak yine de, bazen bu özelliklerden herhangi birinin eksikliği, çok fazla önemsenmeyebilir. Kişinin güzel bir yönü, diğer bir konudaki eksikliğini örtecek ve telafi edecek nitelikte olabilir. Ya da zamanla kişinin kendisini o yönde de geliştireceği düşünülerek, bazı eksiklikleri hoşgörüyle karşılanabilir. Dolayısıyla bir insan, dost olacağı bir kimsede aradığı bu özelliklerden gerektiği takdirde vazgeçebilir.

    Ancak bir de bazı hayati konular vardır ki, bunlar dost olunacak bir insanda mutlaka olması gereken, asla vazgeçilemeyecek ve eksikliği gözardı edilemeyecek niteliktedir. Bir insan, neredeyse birçok konuda çok mükemmel özelliklere sahip olsa da, hayati önem taşıyan tek bir özelliğinin eksik olması, o kişiyle ‘derin bir dostluk kurulmasına’ ciddi şekilde engel teşkil eder. İşte bu hayati özelliklerin en önemlilerinden biri, ‘güvenilirlik’tir.

    Allah Kuran'da, cennete kabul edilen müminlerin orada ilk olarak duyacakları sözün,“Oraya esenlikle ve güvenlikle girin” şeklinde olacağını bildirmiştir. Bu da, insanların en önemli ihtiyaçlarından birinin, ‘kendilerini güvende hissedecekleri ve güven duyacakları bir ortamda olmaları’ olduğunu göstermektedir. İşte bu nedenledir ki dünya hayatında da, insanlar fıtrat olarak, hemen her yerde öncelikli olarak ciddi şekilde bir ‘güvenlik arayışı’ içerisindedirler. Oturacakları evi, yaşayacakları semti, çalışacakları yeri, gidecekleri okulu seçerlerken, öne sürdükleri öncelikli şartlarından biri, her zaman için mutlaka ‘güvenliğin sağlanması’dır. Tüm hayatlarını böyle bir ihtiyaç içerisinde yönlendirirken, elbetteki dostlarını seçerken de en dikkat ettikleri konulardan biri de yine ‘güvenilirlik’ olmaktadır.

    Bir insanın bir başkasıyla ‘dost olması’; ‘tüm hayatını, kusur ve eksikleriyle, güzellikleriyle, nimetleriyle ve tüm açıklığıyla, dürüstçe o insana da açması’ demektir. Gerçek dostluk, ‘hiçbir konuda sır saklamaksızın, tedbir alma ya da gizlenme gereği hissetmeksizin, içteki en derin duygulara kadar, hiçbir noktada engel koymaksızın o kişiyi sırdaş edinmek’ demektir. Dolayısıyla dost olunacak kişinin öylesine bir güven telkin etmesi gerekir ki, karşı tarafın aklında hiçbir zaman için, “Şöyle yaparsam ne der?”, “Bu fikrimi nasıl karşılar?”, “Beni yanlış anlar mı?”, “Kusurlarımı öğrendiğinde bana olan sevgisi azalır, saygısı zedelenir mi?” gibi ‘soru işaretleri’ oluşmamalıdır. İleride bir gün, özellikle de iki tarafın menfaatleri çatıştığında, bu kişilerden biri, hiçbir zaman için karşı tarafın sadakatsizliğinden, vefasızlığından yana bir şüphe ya da tedirginliğe kapılmamalıdır. Her ne olursa olsun, on yıllarca görüşülemese de, ölene kadar bir kez bile konuşma imkanı olmasa da, kalpte yaşanan samimi sevgi ve dostlukta hiçbir değişiklik olmamalıdır. Aleyhte çeşitli konuşmalar anlatılsa, olumsuz telkinler yapılsa, bunlara dair açık deliller sunulsa dahi, bunların, kişi üzerinde hiçbir etkisi olmamalıdır.

    Birbirinden farklı iki ayrı insan arasında böylesine sağlam bir güven oluşması ise, elbetteki ancak ‘samimi Allah korkusu ve derin iman’ neticesinde mümkün olabilir. Dünya üzerinde bunun dışında iki insan arasında gerçek ve sağlam dostluk anlayışının kurulabilmesi mümkün değildir. İnsanların birbirlerini sevmeleri, beğenmeleri, sadakat göstermeleri ya da birbirlerine karşı güvenilir oldukları izlenimi vermeleri, yalnızca belirli menfaat ortaklıklarının gerekliliklerinden kaynaklanır. Bu çıkar dengelerindeki en küçük bir değişiklik ise, tüm bu beğeni, sevgi, dostluk ve güvenilirlik iddialarının da bir anda ortadan kalkmasına yol açar.

    Ancak eğer iki insan dostluklarını imani bir güvenilirlik üzerine kurmuşlarsa, böyle bir durum asla söz konusu olmaz. Ve güvene dayalı böyle gerçek bir dostluk, dünya hayatında insanlara sunulan en büyük konforlardan biridir. İnsanın adeta kendisiyle muhatap oluyormuşçasına, bir başkasının yanında da aynı rahatlığı, aynı güven ortamını bulabilmesi çok büyük bir nimettir.

    Dolayısıyla dost olunacak bir insanda ‘güven’ arayışı içerisinde olmak, insanlar için çok hayati bir ihtiyaçtır. Bir insan çok güzel özelliklere sahip olsa, pek çok açıdan kendisini çok iyi yetiştirmiş olsa da, güven telkin eden bir kişilik sergilemediği sürece, iman şuuru almış bir insan için bu kişi, ‘temkinli olunması gereken’ bir insandır. Eğer bir kişi, kendisine karşı temkinli olunmamasını, yanında rahat olunmasını, samimi olunmasını istiyorsa, bunun için gereken en acil ihtiyacın, karşı tarafa ‘güven vermek olduğunu’ bilmelidir. Diğer güzel özelliklerini daha da artırarak; örneğin çalışkansa daha da çalışkan, merhametliyse daha da merhametli ya da ince düşünceliyse daha da ince düşünceli olmaya çalışarak, bu durumu değiştirmesi söz konusu değildir. Bunun için öncelikli olarak yapması gereken, ‘Nasıl güven veren bir insan olabilirim?’ diye düşünmek ve bunun gerekliliklerini uygulamak olmalıdır.

    Güvenilir bir insanın en önemli özelliklerinden biri, Allah'tan çok derin bir saygı ile korkup sakınması ve Allah'a gönülden, katıksız bir imanla aşk ve tutkuyla iman etmiş olmasıdır. Allah'ın rızasını, dünyanın hiçbir menfaatine asla değişmemesidir. Allah'ın sevgisini kazanabilmek için dünyanın her türlü zorluğuna, sıkıntısına hiç tereddüt etmeksizin zevkle göğüs gerebilmesidir. Allah'ın hoşnutluğunu, asla nefsinin hoşnutluğuna değişmemesidir. Allah'ın bir emrini uygulamada asla gevşeklik göstermemesidir. Kendinden önce her zaman mutlaka dinin ve inananların menfaatlerini gözetmesidir. Böyle bir ahlakta bir insan, nefsini adeta terk etmiştir. Allah rızası için sevdiklerini, dostlarını her zaman için kendi nefislerinden önde tutar. Kendini temize çıkarabilme peşinde olmaz. Hep karşı tarafı haklı çıkaran, hatayı, kusuru kendi üstlenip, karşı tarafı koruyup kollayan bir ahlak gösterir.

    Dolayısıyla güven vermek isteyen bir insan öncelikle mutlaka ‘nefsini terk etmiş olmalı’dır. Nefis sevgisi terk edilmeden, bir insanın tam olarak güvenilir olma vasfı gösterebilmesi söz konusu olmaz. Her zaman nefsinin yanında olan bir insan, kimseyle gerçek anlamda dostluk kuramaz. Çünkü ‘sevdiği ve dost olduğu insan mı, yoksa kendi nefsi mi?’ diye bir seçim söz konusu olduğunda, her zaman karşı tarafı bırakıp mutlaka kendisini tercih edecektir. Nefsinin memnuniyetini sağlamaya çalışmaktan vazgeçemeyecektir.

    İşte dünya hayatında ‘samimi dostluklar kurmak’, ‘gerçek dostluğun güzelliğini yaşamak’ isteyen her insan, tüm bu bilgileri bir kez daha düşünmeli, ahlakını bu yönde bir kez daha gözden geçirmelidir. ‘Güven arayışı’nın çok önemli bir ihtiyaç olduğu ve bir insanın bir başkasında, imandan sonra arayacağı özelliklerden birinin bu olduğu asla unutulmamalıdır. Sorunu başka detaylarda arayıp sonuç almaya çalışmaktansa, asıl ihtiyacın ‘güven’ olduğu tam olarak anlaşılmalıdır.

    Nitekim Kuran'da, cennete giren müminlerin, orada ‘esenlik ve güvenlik temennisiyle karşılanacağı’nın bildirilmiş olması, dünya hayatında da bu özelliğin kazanılmasının ne kadar önemli bir ihtiyaç olduğunun anlaşılması açısından çok hikmetlidir:

    Gerçekten takva sahibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. (Hicr Suresi, 45-46)

    Türk İslam Birliği Yolunda: İlmi Mercek Sayı 77

    Türk İslam Birliği Yolunda: İlmi Mercek Sayı 77
    El Kudüs: Türkiye'nin Gücü Tüm Müslümanların

    El Kudüs El Arabi gazetesinde çıkan bir makalede, Türkiye'nin jeopolitik ve jeostratejik önemine vurgu yapılarak, "Türkiye’nin bugünkü siyasi ve stratejik gücü, tüm Arap ve Müslümanların ortak gücüdür" ifadeleri kullanıldı.Gazetenin internet sitesinde yer alan makalede, Gazze'ye insani yardım taşıyan filonun saldırıya uğramasıyla ilgili Türkiye'nin verdiği hukuk mücadelesinin haklılığına değinilirken, saldırıdan sonra "Gazze üzerindeki karanlığın biraz hafiflediği" yorumunda bulunuldu.Hüsam Dücani imzasıyla yayımlanan yazıda, "Türkiye Ortadoğu'da jeopolitik ve jeostratejik öneme sahip,lider niteliğinde bir ülkedir" denildi.

    Bölgenin süper gücü Yeni Osmanlılar

    Amerikan Newsweek dergisi gelecekteki dünya düzenine ilişkin yayınladığı makalede, Türkiye'nin 'Yeni Osmanlılar' adı altında eski Osmanlı topraklarında güçleneceği öngörüldü. Dergiye göre yeni dünya düzeni şöyle olacak: Londra’daki Legatum Enstitüsü’nün yaptığı öngörülere dayandırılan haber, gelecekte diplomasinin ve “birliklerin' sınırlara değil, eski çağlardaki gibi 'kabilelere' göre oluşacağı iddia ediliyor. Enstitünün üçboyutlu bir harita üzerinde tanıttığı birliklerde, aynı dili konuşan, aynı dini paylaşan ve gerçek anlamda aynı kabileden gelen insanların birbirine yaklaşacağı öngörülüyor. Bu doğrultuda habere göre Türkiye'nin 'Yeni Osmanlılar' adı altında Türkmenistan ve Özbekistan ile birlikte hareket edip, eski Osmanlı topraklarında güçlenmesi mümkün.

    BM İlk Kez 'İslam Konferansı Ortağımız' Dedi

    İslam Konferansı Teşkilatı (İKT) Genel Sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu, BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon'un, BM'de düzenlenen İKT Dışişleri Bakanları toplantısında yaptığı konuşmada ilk defa bu sene İKT'den "BM’nin stratejik ve önemli ortağı" olarak söz ettiğini, bunun çok önemli bir gelişme olduğunu söyledi. İhsanoğlu, "Bu seneki toplantı gerçekten çok farklı bir şekilde cereyan etti, çok yüksek seviyede katılım oldu, çok sayıda bakan katıldı. Yani 6 yıldır İKT'de devam eden reform meyveleri çok açık bir şekilde ortaya çıkıyor. Bir de bizim çeşitli meselelerde yaptığımız müdahaleler ve projeler semerelerini vermeye başladı. Bu takdir görüyor" dedi.

    Bir Millet Altı Devlet

    Türk İşbirliği Konseyi'nin resmen faaliyete başlamasıyla Türk dünyası,uluslararası bir organizasyon haline geldi. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ilişkilerin daha da gelişeceğini belirterek, "Artık bir millet altı devletiz." dedi. Türkiye, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkmenistan devlet başkanları 10.Türkçe Konuşan Ülkeler Liderler Zirvesi için bir araya geldi. Konsey’in merkezi İstanbul olarak belirlendi. İlk genel sekreterliğe üç yıl için emekli Büyükelçi Halil Akıncı seçildi. Konsey, Türk cumhuriyetlerinin20. bağımsızlık yıldönümlerini de birlikte kutlayacak. Temeli 18 sene önce Cumhurbaşkanı Turgut Özal tarafından atılan rüya dün gerçek oldu. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev, Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev, Kırgızistan Devlet Başkanı Roza Otunbayeva ve Türkmenistan Devlet Başkanı Gurbanguli Berdimuhammedov'un katılımıyla dün gerçekleşen 10. Türk Dili Konuşan Ülkeler Liderler Zirvesi'nde Türk İşbirliği Konseyi resmen hayata geçti. Böylece kurumsal çerçevesi olmadan, düzensiz şekilde bir araya gelen Türk cumhuriyetleri bir organizasyon etrafında buluştu.

    Kamerunlu Bakandan Davutoğlu'na: Beyazsınız Ama Bizdensiniz, Sömürgeci Değilsiniz

    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu dört Afrika ülkesi Eritre, Mozambik, Güney Afrikave Kamerun Dışişleri Bakanlarının yanı sıra İrlandalı muadili ve Amerikan Devletleri Örgütü Genel Sekreteri Jose Miguel Insulzaile görüştü. Kamerun Dışişleri Bakanı Henri Eyebe Ayissi, görüşmede özellikle Gül’ün Kamerun’u ziyaretini gündeme getirerek, bu ziyaretten duydukları heyecanı, "Bütün Kamerun ayaktaydı." sözleriyle yansıttı.Ayissi, Türkiye'ye olan sempatisini, "Siz beyazsınız, ama bizdensiniz, sömürgeci değilsiniz." ifadesiyle dile getirdi. Türkiye'nin Kamerun'da büyükelçilik açma kararından duyulan karşılıklı memnuniyet dile getirilirken,Kamerun'un da Ankara'da büyükelçilik açma kararı aldığı öğrenildi.Ayrıca Bakan Davutoğlu'nun Eritre Dışişleri Bakanı Osman Salih ile görüşmesinde Somali konusu ele alındı. Eritreli bakan, Somali konusunda Türkiye'nin çabalarının sürmesini istediklerini, barış sürecini ilerletebilecek en önemli ülkelerden birisinin Türkiye olduğunu kaydetti.

    Davutoğlu: Mezopotamya ve Büyük Levant birleşiyor

    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu,Türkiye, Suriye, Lübnan, Ürdün ve ileride Irak’ın da katılımıyla beşli bir ekonomik havza oluşturmayı planladıklarını belirterek,“Bütün Mezopotamya ve eski büyük, bereketli Levant birleşiyor” dedi.Davutoğlu, Türkiye Suriye Stratejik İşbirliği İkinci Bakanlar Toplantısı için gittiği Lazkiye’den Ankara’ya dönerken uçakta bir grup gazeteciye Suriye temaslarını değerlendirerek,şunları söyledi:“Ulaşımda Suriyeli makamlarla olağanüstü hamleler düşünüyoruz. Tren yolunu Hicaz’dan İstanbul’a oradan da Londra’ya kadar götürme planımız var. Başlı başına bir Türkiye Suriye entegrasyonu ve ekseni oluşuyor.Türkiye, Suriye’nin en büyük ticari ortağı oluyor. Ürdün ve Lübnan’la da zaten benzer mekanizmalarımız var. Dörtlü bir zirve yapacağız. Hükümet kurulduğunda Irak’ı da buna kattığımızda, beşli bir ekonomik havza oluşur. Mezopotamya ve eski büyük bereketli Levant birleşiyor.”

    Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 77. sayı (Kasım 2010) 36. sayfada yayınlanmıştır.

    Hz. İsa (as) Ölmemiş, Allah'ın Katına Yükseltilmiştir

    Önceki yazımızda Hristiyanların Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerilerek öldürüldüğü yönündeki inançlarının, Hz. İsa (as)'a vahyolunan, orijinal İncil kaynaklı olamayacağını açıklamıştık. Hz. İsa (as)'ın ölümünün ardından yazılan, aynı olayları birbirinden farklı şekilde anlatan farklı İnciller olması ve bu kitaplarda aktarılan sözlerin kendi içinde çelişkiler barındırmaları başlı başına aktarılan bilgilere şüphe ile bakmak için yeterli bir delildir. Hristiyan kardeşlerimiz de farkındalar ki, İncil'de pek çok hak ve doğru açıklama olmasının yanında, ilahi vahiy olarak öne sürdükleri söz konusu pasajlar ortak bir açıklama vermemektedir; dolayısıyla bu durum verilen bilginin doğruluğuna ciddi bir şüphe düşürmektedir. Bu çelişkili pasajlar Hristiyan kardeşlerimizin, bu konuya daha objektif bakmalarını sağlamalıdır. Çünkü söz konusu çelişkiler, tevil edilebilecek veya reddedilebilecek ifadeler değildir. Mevcut İncil'in değiştirilmemiş kesin hükümler olduğuna dair muhafazakar inancın yanlışlığını ortaya koymaya yetecek bir delildir. Dolayısıyla Hristiyan kardeşlerimizin aşağıda sunulan delillere dikkat vermeleri oldukça önem taşımaktadır. Ayrıca Hz. İsa (as)'ın sözde ölümünü aktaran bir bilginin, Hz. İsa (as)'a indirilen hak bir vahiy gibi görülmesi de kabul edilebilir değildir:

    Hz. İsa (as)'a yönelik sinsi bir tuzağın bozulmuş olması samimi iman edenler için büyük bir nimettir:

    Çok açık delillere rağmen Hz. İsa (as)'ın öldürüldüğü iddiasında ısrarcı davrananlar akılcı düşünmeli ve Kuran'ı her türlü ön yargıdan arınmış, tam vicdan açıklığı ile tekrar okumalıdırlar. Hz. İsa (as) ölmemiştir, onurlu bir şekilde göğe alınmıştır. Samimi bir Hristiyan için Hz. İsa (as)'ın öldüğü iddiasında ısrarcı davranmanın bir anlamı yoktur. Bir Hristiyan için, Hz. İsa (as)'ın ölmediğini, Allah'ın rahmetiyle inkarcıların tuzaklarından kurtulduğunu ve Rabbimiz'in Katında olduğunu bilmek, buna inanmak bir nimettir. Böyle bir müjdeden ısrarla yüz çevirmek, gerçekler gösterildiği halde ısrarla Hz. İsa (as)'ın diri kalmasını istememek garip bir tutumdur.

    Bazı Hristiyanlar Hz. İsa (as)'ın ölmediği inancına, Müslümanların, bir peygambere acı çekmeyi yakıştırmadıklarından itiraz ettiklerini iddia etmektedirler. Oysa Müslümanlar buna, Kuran'da belirtildiği için iman ederler. Burada belirtilmesi gereken önemli nokta ise şudur: Elbette Allah, peygamberleri çeşitli acı, zorluk ve imtihanlarla denemiştir. Kimi zaman Allah imtihanın gereği olarak inkarcılara geçici bir zafer de vermiştir. Fakat Allah, hiçbir zaman Peygamberleri de küfrün gözünde acz içinde gösterecek bir duruma müsade etmemiştir. Dolayısıyla böyle bir durumun Hz. İsa (as) için de geçerli olması söz konusu değildir. Hz. İsa (as)'ın ölmediğine inanmak Hristiyanlar için daha güzeldir. Zaten ahir zamanda Hz. İsa (as) tekrar yeryüzüne gönderildiğinde Hristiyanlar onun elinde ve ayaklarında hiçbir yara izi olmadığını göreceklerdir. İçinde bulunduğumuz ahir zamanda Hz. İsa (as), 2000 yıl önceki giysileri, üzerindeki beylik eşyaları ve 2000 yıl önceki parası ile yeryüzüne gelecektir. O zaman Hristiyanların kanaati daha fazla yerine gelmiş olacaktır inşaAllah.

    Konuyla ilgili detaylı bilgileri buradan okuyabilirsiniz.

    Hz. İsa (as) günahların kefareti olarak öldü iddiasındaki yanılgılar:

    Hz. İsa (as)'ın öldürüldüğü iddiasının İncil'e sonradan dahil edilmesinin ve ısrarla ayakta tutulmaya çalışılmasının en büyük sebeplerinden biri, "tüm günahların kefaretinin Hz. İsa (as)'ın ölümü ile ödendiği" şeklindeki bir başka yanlış bakış açısının zeminini oluşturabilmektir. Daha sonraki yazılarımızda detayları anlatılacak olan bu konuyla ilgili olarak burada söylenebilecek en özet açıklama, Kuran'a göre bir insanın günahkar doğmasının imkansız olduğu, birinin asla başkasının günah yükünü yüklenemeyeceği ve herkesin bu dünyada yaptığı her şeyden, yaşadığı her andan kendisinin hesap verecek olmasıdır. Bu Allah'ın adaletine ve dünyanın yaratılış amacına uygun değildir. Dolayısıyla günahlardan muaf bir yaşamın ne Hristiyanlık dininde ne de başka bir dinde geçerliliğinin olması mümkün değildir. Bu iddia, muhtemelen, dinin günlük hayattaki geçerliliğini ve Allah'a iman etmenin getireceği sorumlulukları ortadan kaldırmak amacıyla, Hristiyanlık dinine çeşitli odaklar tarafından dahil edilmiştir. Bunu geçerli kılmak için de söz konusu çevreler tarafından Hz. İsa (as)'ın öldüğü fikrinin yaygınlaştırılması gerekmektedir. Samimi Hristiyanların, bu inancın yanlışlığını görmeleri gerekmektedir.