Ahir Zaman Şahısları Kimlerdir?

Ahir Zaman Şahısları Kimlerdir?
İçinde bulunduğumuz asır, Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde ve İslam alimlerinin eserlerinde haber verilen ahir zaman alametlerinin gerçekleştiği müjdeli bir dönemdir. Bu alametlerin birbiri ardınca gerçekleşmesi ile tüm İslam alemi çok kutlu bir bekleyiş içine girmiştir: Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişi, Hz. Mehdi'nin ortaya çıkışı ve İslam ahlakının tüm dünya üzerinde hakim olması.

Ahir zaman, kıyametten önceki son dönem anlamına gelen bir kavramdır. Ahir zamanın özellikleri ve alametleri Peygamber Efendimiz (sav)'in hadislerinde detaylı olarak tarif edilmiştir. Ahir zamanla ilgili bilgiler, en güvenilir ve temel İslami kaynakların da ana konularından birini oluşturur. Bu kaynaklara dayanarak ahir zamanın ana özelliklerini şu şekilde tarif edebiliriz:

Ahir zaman iki ayrı devirden oluşur. Ahir zamanın ilk devri, ahlaki dejenerasyonun arttığı, açlık ve yokluğun yaşandığı, çatışmaların, anarşi ve kargaşanın insanlara tedirginlik ve korku verdiği, insanların büyük çoğunluğunun sevgisizliğin, acımasızlığın ve bencilliğin acısını yaşadıkları bir dönemdir. Bu devrin ardından, Rabbimiz'in Hz. İsa'yı yeniden dünyaya göndermesi ve Hz. Mehdi'nin insanların hidayetine vesile olmasıyla bu karanlık dönemin son bulacağı "Altınçağ" başlayacaktır. Altınçağ'da Allah'ın izniyle bolluk, bereket, huzur, güvenlik, adalet ve sevgi tüm dünyaya hakim olacaktır.

Ahir zaman çok büyük olayların ve tarihi gelişmelerin yaşanacağı bir dönemdir. Bu değişimlere vesile olacak şahıslar da çok kutlu ve mübarek insanlardır. Ahir zamanın bu mübarek şahıslarından biri olan Hz. İsa, bundan yaklaşık 2000 yıl önce Rabbimiz'in Katına yükseltilmiştir ve Allah'ın takdir ettiği vakit geldiğinde de yeniden dünyaya dönecektir. Hadislerde ve Kuran ayetlerinde haber verilen bilgiler, Hz. İsa'nın yeryüzüne ikinci kez gelişinin ahir zamanda olacağına işaret etmektedir.

Ayrıca Peygamberimiz (sav), hadis-i şeriflerinde bu dönemde Hz. Mehdi'nin ortaya çıkacağını ve yeryüzünü barış ve adaletle dolduracağını müjdelemiştir. Hz. Mehdi'nin üstün ahlakı ve şerefli mücadelesi hadislerde detaylı olarak haber verilmiştir. Peygamber Efendimiz (sav), salih Müslümanlara Hz. Mehdi ortaya çıktığında ona uymalarını bildirmiştir. Hz. İsa ve Hz. Mehdi, ahir zamanda dinsizliğe karşı fikri mücadele yürütecek, -Allah'ın izniyle- Kuran ahlakının tüm yeryüzüne hakim olmasına vesile olacaklardır.

Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin bu büyük fikri mücadelelerinde karşılarındaki en önemli negatif gücün ne olacağı da hadislerde haber verilmiştir. Bu negatif güç "Deccal"dir. Güvenilir hadislerde ve temel İslami kaynaklarda kıyametin büyük alametlerinden biri olarak sayılan Deccal ismi, "dcl" kökünden gelen "yalancı, hilekar, zihinleri gönülleri, iyi ile kötüyü, hak ile batılı karıştıran, birşeyi yaldızlayıp gerçek yüzünü gizleyen, bucak bucak her yeri dolaşan müfsid (fesadlaştıran) ve kötü kişi" anlamına gelmektedir.

Peygamberimiz (sav)'in sözlerinde Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin gelişi hakkında; fiziksel özellikleri, nerede ve hangi tarihlerde ortaya çıkacakları, ne gibi faaliyetlerde bulunacakları ve onları diğer insanlardan ayırt eden ve tanınmalarını sağlayacak özellikleri gibi konularda çok detaylı bilgiler verilmiştir. Aynı şekilde hadislerde Deccal'in bu kutlu şahıslara karşı ne gibi yöntemlerle mücadele edeceği, insanları kendi tarafına çekebilmek için hangi ikna metodlarını kullanacağı ve nasıl tanınabileceğine yönelik de pek çok bilgi yer almaktadır.

Peygamberimiz (sav)'in hadislerinde Hz. İsa, Hz. Mehdi ve Deccal hakkında bu kadar detaylı bilgiler verilmesinin bir hikmeti, ortaya çıktıkları zaman bu kişilerin kolaylıkla tanınabilmelerine yöneliktir. Ancak yaklaşık on dört asırdır beklenmelerine ve haklarında bu kadar çok tanıtıcı bilgi olmasına rağmen, hadislerin işaretlerine göre, bu mübarek şahıslar ve Deccal, ortaya çıkışlarının ilk dönemlerinde insanların büyük bir kısmı tarafından tanınamayacak ya da yanlış tanınacaklardır. Kuşkusuz Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin tanınamamasında, onlara karşı büyük bir mücadele verecek olan Deccal'in büyük etkisi olacaktır. Deccal, ahir zamanda Hz. İsa'nın ve Hz. Mehdi'nin karşısında yer alacak, inkarın insanlar arasında yayılması için mücadele edecek ve insanları kötülüğe sürükleyebilmek için her türlü yola başvuracaktır. Türlü aldatmacalar ve hilelerle kendisini insanlara farklı şekilde tanıtacak, bu nedenle negatif bir güç olduğu da hemen anlaşılamayacak ve Hz. İsa ve Hz. Mehdi gibi o da hemen tanınamayacaktır. Bu şekilde insanların büyük bir kısmını yalanlarıyla etkisi altına alacak ve istediği şekilde yönlendirebilecektir. Hatta insanların büyük çoğunluğu, Deccaliyet'in telkinleriyle, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin karşısında yer alacak ve onlara karşı mücadele edeceklerdir. Bu sebeple ortaya çıkışlarının ilk yıllarında Hz. İsa ve Hz. Mehdi'yi takdir edip, bu mübarek insanları destekleyenlerin sayısı da son derece az olacak, hatta onlara inanan kimselerden de zamanla yanlarından ayrılanlar olacaktır.

Kuşkusuz bu durum son derece şaşırtıcı ve düşündürücüdür. Çünkü Hz. İsa ve Hz. Mehdi, yalnızca Allah'ın rızasına uyan, tüm insanların dünyada ve ahiretteki kurtuluşu için samimi çaba harcayan, dünyaya huzur, barış, bolluk, bereket getirecek çok hayırlı ve kıymetli insanlardır. Normal şartlarda, ahir zaman alametlerinin birbiri ardınca gerçekleştiği, bu kutlu şahısların ortaya çıkışlarının beklendiği bir dönemde yaşayan tüm Müslümanların, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin gelişini büyük bir sevinç ve şevkle bekliyor olmaları gerekir. Ortaya çıktıklarında da, yine aynı şevkle, onların üstün ahlaklarını görüp takdir edebilmeleri ve hadislerde bildirilen özelliklerinden onları tanıyabilmeleri gerekir. Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin yapacakları hayırlı faaliyetleri açıkça gören her Müslümanın bu kimselerin yanında olmayı ve onlarla birlikte hareket eden hak topluluğa destek vermeyi istemesi; onlara yardımcı olabilmek için büyük bir şevk ve heyecan içinde birbirleriyle yarışmaları gerekir. Ancak yukarıda da belirtildiği gibi, bu durumun tam tersine insanların çok büyük bir bölümü tüm bu gelişmelere şahit olacakları halde, Hz. İsa ve Hz. Mehdi'yi ya tanıyamayacak ya da çeşitli sebeplerle tanıdıkları halde onlara destek olmaktan ve onların yanlarında yer almaktan kaçınacaklardır.

Hadislerdeki bu işaretler, ahir zaman şahıslarının geliş alametleri, onları diğer insanlardan ayıran özellikleri ve Deccal'in onlara karşı vereceği batıla dayalı mücadelesi hakkında Müslümanların doğru bilgilendirilmesinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır. Unutulmamalıdır ki ahir zaman insanların neyin doğru neyin yanlış olduğunu anlamakta zorlanacakları, din ahlakından uzaklaşılmış olunmasının büyük kargaşa ve kaosa neden olduğu bir dönemdir. Bu bilgiler, böyle bir dönemde -Allah'ın izniyle- Müslümanları iyiyi kötüyle karıştırmaktan ve doğru olanı fark edememekten koruyacaktır.

Bu kitabın amacı, Kuran ayetleri, Peygamberimiz (sav)'in hadisleri ve İslam alimlerinin açıklamaları doğrultusunda tüm Müslümanların Hz. İsa ve Hz. Mehdi'nin gelişi ve Deccal hakkında en doğru bilgileri edinebilmelerini sağlayabilmektir. Hz. İsa ve Hz. Mehdi ortaya çıktığında, Müslümanların bu mübarek insanları tanıyıp takdir edebilmelerine engel olabilecek tüm sebepleri açıklığa kavuşturmak, Deccal'in bu yönde başvurabileceği tüm hileli düzenleri deşifre etmek ve böyle tarihi bir olay karşısında Müslümanların büyük bir yanılgıya kapılmalarını önleyebilmektir. Tüm bu bilgileri gözler önüne sererek, tüm Müslümanların bu kıymetli insanların yanında yer alan, onlara en güzel desteği veren kişilerden olmalarına vesile olabilmektir.

Tekrar hatırlatmak gerekir ki, içinde bulunduğumuz dönem, yaklaşık 1400 senedir beklenen tarihi bir dönemdir. Bu nedenle bu gerçeğin şuurunda olan ve Hz. İsa ve Hz. Mehdi gibi mübarek şahıslar çıktığında onların yanında olma şerefine erişmek isteyen tüm Müslümanlar, bu kitapta yer alan bilgileri dikkatlice okumalı ve kendilerini doğruya uymaktan alıkoyabilecek her türlü yanlış bilgilendirme ve yönlendirmeye karşı dikkatli olmalıdırlar. Bu mübarek insanların tanınmalarını nelerin engelleyebileceğini bilmeli, onları doğru bir şekilde tanıyabilmek için tüm sebeplere sarılmalıdırlar.

Sayın Adnan Oktar'ın Anti-Darwinist İlmi Mücadelesinin Etkisi

Sayın Adnan Oktar 1980'lerin başından itibaren Darwinizm'in geçersizliğini ortaya koyan, Darwinizmi yerle bir eden bilimsel delilleri gösteren çok sayıda eser yayınlamıştır. Sayın Adnan Oktar'ın eserlerinden faydalanılarak hazırlanan belgesel filmler, makaleler, çeşitli afişler, sergiler ve konferanslar, Türkiye çapında çok büyük ve etkili bir anti Darwinist ilmi mücadele yapılmasına vesile olmuş, özellikle 1980'lerden itibaren Darwinizm'in Türkiye'deki etkisi hızla yok olmaya başlamıştır. 80'lerden önce Darwinizm'e inananların oranı %70'lere varırken, gün geçtikçe bu oran hızla düşmüş, bugün ise %5'lere kadar inmiştir. Türk Milleti'nin ve özellikle gençlerin Darwinizm'in geçersizliği hakkında bilinçlenmesi üzerinde Sayın Oktar'ın eserlerinin açık etkisi, Darwinistler tarafından da sık sık ifade edilmektedir. Genetik bilimi emekli öğretim üyesi Prof. Dr. Ali Nihat Bozcuk "Evrim Kuramı'nın Günümüzdeki Konumu" başlıklı konuşmasında bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir:

"Yıllarca üniversitelerde genetik bilimi hakkında dersler verdim. Şunu gördüm ki... Darwin, bir bilim adamı olarak görülmüyor. Öğrenciler, Darwin’in şarlatan ve din düşmanı olduğunu düşünülüyor.... Öğrenciler, kuramla ilgili sorduğum sorulara çok güzel, yerinde cevaplar vermiş olsa da yazdıkları cevaplara inanmazlardı. Evrim kuramı ile ilgili her şeyin saçma olduğunu düşünürlerdi. 80'DEN SONRA BÖYLE DÜŞÜNEN ÖĞRENCİLERİN SAYISI ARTTI... GEÇMİŞTE EĞİTİM SİSTEMİMİZDE DARWİN'E KARŞI BU KADAR TEPKİ YOKTUR. TEPKİNİN YOĞUNLUĞU 1985 YILINDAN İTİBAREN ARTMIŞTIR... Biyologdan tutun, kadın doğumculara kadar üniversitelerde evrim kuramını anlatan kişiler var. Bu kişiler evrim kuramını yeteri kadar bilmedikleri gibi, kabul de etmiyorlar."

Ahir Zaman'da Güzel Ahlakın Yayılması İçin Gösterilen Her Çaba Çok Değerlidir

Ahir Zaman, Peygamber Efendimiz (sav)’in hadis-i şeriflerinde kıyamete yakın bir vakitte yaşanacağını bildirdiği ve belirli olayların art arda meydana geleceğini haber verdiği bir zaman dilimidir. Peygamberimizin (sav) bu zaman aralığında gerçekleşeceğini bildirdiği olaylar, içinde bulunduğumuz asırda tahakkuk etmiş, sözü geçen alametler birbiri ardınca zuhur etmiştir.

Hadislerden anlaşıldığı üzere, Ahir Zaman iki ayrı dönemden oluşmaktadır. Birinci dönemde dünyada yoğun olarak savaşların, çatışmaların, felaketlerin, ahlaki dejenerasyonun ve fakirliğin başgöstereceği, ikinci dönemde ise Hz. Mehdi (as)’ın inkarcı sistemlere karşı fikren verdiği büyük mücadele vesilesiyle yeryüzünün fitneden kurtulacağı ve Hz. İsa (as)'ın yeniden yeryüzüne gelişi ile birlikte tüm dünyada barış, güvenlik, huzur ve kardeşliğin hakim olacağı haber verilmiştir.

Geçtiğimiz yüzyıl tüm dünyada savaşların ve çatışmaların yoğun olarak yaşandığı bir yüzyıl olmuştur. Nitekim 20. yüzyılda savaş veya çatışma görmemiş, terör olayları yaşamamış tek bir ülke dahi yok gibidir. Bu durum günümüzde de devam etmektedir. Bu da hala Ahir Zaman’ın birinci döneminde yaşadığımızı göstermektedir.

İnşaAllah yakın bir dönemde tüm savaşlar, anlaşmazlıklar son bulacak, “Altınçağ” olarak tabir edilen devir başlayacak ve yeryüzünün her noktasına sevgi, barış ve kardeşlik hakim olacaktır. Bu kutlu çağda yaşayan insanlar Allah’ın kendilerine büyük lütfu vesilesiyle Hz. Mehdi (as)’ı ve tekrar yeryüzüne dönecek olan Hz. İsa (as)’ı gözleriyle görecek, fakirliğin yerini zenginliğin, kıtlığın yerini bolluğun, zulmün yerini ise sevginin ve adaletin aldığına şahitlik edeceklerdir.

Müminlerin üzerine düşen ağır sorumluluk

Ahir Zaman’ın zorlu döneminden güzel ahlakın yeryüzüne hakim olduğu kutlu döneme geçişte Allah’tan korkan samimi müminlere çok büyük bir görev düşmektedir. Nitekim bütün sorumluluğu yalnızca Hz. Mehdi (as)’a ve Hz. İsa (as)’a bırakmak, güzel ahlakın insanlara tebliğ edilmesi tüm Müslümanlar üzerine farz iken, “nasıl olsa Hz. Mehdi (as) ve Hz. İsa (as) bu görevi hakkıyla yerine getirecek” diyerek bu önemli farzdan uzaklaşmak çok yanlış bir davranış olacaktır. Bu mübarek zamanda yaşayan tüm inananlar inkarcı düşüncelere karşı birlik olup, fikri mücadeleye destek vermekle bizzat yükümlüdürler. Fitne ve savaşların, kargaşanın, dejenerasyonun tarihte hiç görülmemiş derecede tüm dünyayı kapladığı günümüzde barış, huzur ve kardeşlik dolu günlere erişmek ve Allah’ın beğendiği güzel ahlakı yeryüzüne hakim kılmak için elden gelen bütün gayreti göstermek bütün müminlere farzdır. "Sizden hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır." (Al-i İmran Suresi, 104) ayetiyle Allah inananlara tebliğ yükümlülüklerini bildirmiştir. Her mümin, sahip olduğu imkanlar oranında hakkı insanlara tebliğ etmeli, Allah’ın beğendiği güzel ahlakın yeryüzüne hakim olması için azimli ve kararlı bir uğraş ortaya koymalıdır. Hiç kuşku yok ki bu dönemde Allah yolunda işlenen her amel ahiretteki karşılığı bakımından da çok değerli olacaktır.

Unutulmamalıdır ki, yakın bir zamanda Kuran ahlakı insanlar arasında yaygınlaşıp hakim olacak, tüm dünya huzur, barış ve güvenliğe kavuşacaktır. Savaş ve çatışmalar, ahlaksızlıklar, baskılar, zulümler, yokluklar, adaletsizlikler son bulacak, silahlar ortadan kalkacak, her türlü sıkıntının yerini bereket, bolluk, zenginlik, güzellik, barış ve huzur alacaktır. Tüm müminler güzel ahlakın yeryüzüne hakim olduğu zafer gününde, zorluk dönemi boyunca canlarıyla ve mallarıyla mücadele vermiş Müslümanların mutluluğuna ortak olabilmek için bugün ellerinden geleni yapmalı, bu tarihi sorumluluğun ağırlığını o

Dünyada Zulüm Gören Milyonlarca Mazlumdan, Her Müslüman Sorumludur

İslam Dünyasında Zulüm Gören Milyonlarca Mazlumdan, İslam Aleminin Birliği İçin Gayret Etmeyen Her Müslüman Sorumludur

Sayın Adnan Oktar yerel kanallarda her gece canlı olarak yayınlanan röportajlarında Müslüman kardeşlerimizin yaşadığı acıları sık sık gündeme getirmektedir. Ancak Sayın Adnan Oktar’ın İslam dünyasına yaptığı bu çağrılar yeni değildir. Sayın Adnan Oktar Temmuz 2001 tarihinde basılan “İslam’ın Kışı ve Beklenen Baharı” kitabında da, internet sitelerinde ve çeşitli gazetelerde yıllardır yayınlanan makalelerinde de İslam coğrafyasında yaşanan acılara, şehit olan kardeşlerimize dikkat çekmiştir. Tüm Müslüman alemini bu mübarek birliğin kurulması için gayret etmeye, bu yolda yapılan çalışmaları desteklemeye davet eden Sayın Adnan Oktar, zulme rıza göstermenin de zulüm olduğu gerçeğini defaatle vurgulamıştır. Unutulmamalıdır ki büyük İslam coğrafyasında akan her damla kandan, yıkılan her evden, şehit olan her masumdan, yaralanıp sakat kalan her mazlumdan, açlık ve yokluk içinde yaşayan her insandan, Türk İslam Birliği için gayret etmeyen her Müslüman sorumludur.

İnsanların çok büyük bir bölümünün Pakistan’da, Keşmir’de, Patani’de, Burma’da, Doğu Türkistan’da yaşananlar hakkında hiçbir bilgisi yoktur. Hatta birçoğu bu bölgelerin adını dahi bilmemektedirler. Bu bölgelerde yaşayan Müslümanların karşı karşıya bulundukları zorlukların, baskıların, her gün bir yenisi gerçekleşen şiddet eylemlerinin, açlığın ve sefaletin farkında dahi değillerdir. Bir kesim ise yapılan zulüm ve haksızlıkların farkındadır. Ancak bu kişilere yardım edebileceğini, zulmün engellenmesi için çaba sarf edebileceğini aklına dahi getirmez. Üstelik hiçbir şey yapamayacağı konusunda kendisini o kadar inandırmıştır ki, ne okuduğu haberler ne de gördüğü görüntüler vicdanında en ufak bir etki oluşturmaz. Oysa iman eden bir insan, her duyduğundan ve her gördüğünden sorumludur. Allah Kuran’da Müslümanlara şöyle buyurmaktadır:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: “Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib) gönder, bize Katın-dan bir yardım eden yolla” diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nisa Suresi, 75)

Bu yazı hazırlanırken amaçlanan da, dünyanın dört bir yanındaki mazlum Müslümanların durumlarını tüm açıklığıyla ortaya koymak ve vicdanlı insanları bu gerçeği düşünüp çözüm yolları aramaya davet etmektir. İçinde bulunduğumuz devir, gaflete kapılmaya, sessiz kalmaya, umursuz davranmaya, dünya hayatının kısa yararının peşine düşmeye, nefsani tartışma ve çekişmelerle vakit öldürmeye uygun bir devir değildir. Milyonlarca Müslüman bu kadar büyük bir zulüm altındayken İslam ahlakının yaygınlaşması için bir çaba içerisinde olmamak, çok büyük bir vicdansızlık olur. Ve kuşkusuz insanı ahirette büyük bir vebal altında bırakır.

PAKİSTAN

2009 yılının Mayıs ayında Pakistan’ın Swat bölgesinde yaşanan çatışmalardan dolayı 2.5 milyondan fazla Müslüman evlerini terk etmek zorunda kalmıştı. BM yetkilileri tarafından son on yıl içinde görülen en büyük mülteci krizi olarak değerlendirilen Pakistan‘daki bu durumu bire bir yaşayan Müslüman kardeşlerimizden 2 milyon kadarı mülteci kamplarına sığınmıştı. Geçtiğimiz aylarda bir kısmı çatışmaların son bulması üzerine evlerine geri dönmeye başladılar. Ancak 1,5 milyondan fazla Müslüman halen mülteci kamplarında ayakta kalmak için mücadele veriyor. Yiyeceğin çok zor bulunduğu, içme ve temizlenme için yeterli suyun bulunmadığı, salgın hastalıkların pek çok insanın hayatını kaybetmesine sebep olduğu bu zorlu ortamda yüz binlerce insan kışın şiddetli soğuğunda, yazın kızgın sıcağında çadırlarda yaşamaya devam ediyor. Evlerini terk etmek zorunda kalan Müslüman kardeşlerimizin durumu o kadar zor ki, tarif ettiğimiz mülteci kamplarına ulaşanlar kendilerini kurtulmuş sayıyorlar. Çünkü yurtlarından çıkanların bir kısmı kayıp, bir kısmı ise neredeyse açlık sınırında yaşayan çok fakir bölgelere yerleşmek mecburiyetinde kalmış ve bu insanlara herhangi bir yardım ulaştırılamıyor.

KEŞMİR

Keşmir’de son 2,5 aydır devam eden çatışmalar 140 Müslümanın hayatını kaybetmesine sebep oldu. Bundan bir süre önce 17 yaşındaki bir gencin Hint polisinin attığı gaz bombasının göğsüne isabet etmesi nedeniyle hayatını kaybetmesi, Keşmir halkının protesto için sokağa dökülmesine sebep oldu. Hint polisi ise bu gösterilere, şiddete başvurarak engel olmaya çalışıyor. Temennimiz bölgedeki olayların bir an önce yatışması ve daha fazla can ve mal kaybı oluşmadan, Keşmirli Müslümanların huzur ve rahat içinde yaşayabilecekleri bir ortamın tesis edilmesidir.

Bilindiği gibi Hint Yarımadası 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İngiliz egemenliği altındaydı. İngilizler yarımadayı terk ettikten sonra Hintli Müslümanlar Pakistan’ı kurmuşlardı. Bunun üzerine Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan’a göç etmişti. Ne var ki Hindistan, Pakistan ve Çin sınırlarında bulunan Keşmir’in “Cammu Keşmir” tabir edilen bölgesi, %67’lik Müslüman nüfusuna rağmen dönemin Hint yöneticilerinin birtakım oyun ve entrikaları sonucu Hindistan egemenliğinde kalmıştı. İşte o tarihten bu yana Cammu Keşmir’deki - 2001 sayımlarına göre- yaklaşık 4 milyon Müslüman, Hindistan yönetiminin zulüm ve baskıları altında yaşamaktadırlar.

Keşmirli Müslümanlar zulümden kurtulmak ve bağımsızlıklarını kazanmak istemişler, ne var ki bu taleplerinin karşılığında 1947, 1965 ve 1971 yıllarında Hint güçleri tarafından üç büyük katliama maruz bırakılmışlardır. Bu katliamlarda on binlerce Keşmirli Müslüman şehit edilmiş, 4 binden fazla Müslüman kadın işkence ve tecavüze uğramıştır.

90’lı yıllarda ise Hint yönetimi şiddet uygulamalarını iyice arttırmış, binlerce Müslüman sebepsiz yere gözaltına alınmış ve işkence yapılarak şehit edilmiştir. Öte yandan evler kundaklanmış, İslami eğitim veren okullar, gazeteler kapatılmıştır. Zalim yönetim bunlarla da kalmamış, baraj kapaklarını açarak Cammu Keşmir’i ve Pakistan’ı sular altında bırakmış, böylelikle binlerce insanın hayatını yitirmesine ve bölgede çok büyük maddi hasarların oluşmasına sebep olmuştur. Bugüne dek Keşmir’de yaklaşık 80 bin Müslüma-nın şehit edildiği, binlerce insanın Hindistan hapishanelerinde zulüm gördüğü ve 10 bin kişiden ise hiç haber alınamadığı bilinmektedir. Keşmir halkına uygulanan tüm bu zulmün, şiddet eylemlerinin, sebepsiz tutuklamaların, işkencelerin, ekonomik ambargoların ana nedeni ise hiç şüphe yok ki Keşmir halkının Müslüman olmalarıdır. Zalimane uygulamalarla Müslümanların birlik olup güçlenmeleri engellenmeye çalışılmaktadır.

DOĞU TÜRKİSTAN’IN KAŞGAR BÖLGESİ

Hatırlanacağı gibi Çin’de, 2009 Temmuz ayında kasıtlı ve organize şekilde Doğu Türkistan halkına yönelik zulüm, baskı ve katliam uygulamaları gerçekleştirilmiştir. Çeşitli bahanelerle çıkarılan olaylar sonucunda binlerce Uygur vatandaşı, sokaklarda insanların gözleri önünde katledilmiştir.

Şu anda Çin, yeni katliamlara zemin hazırlaması muhtemel olan bir başka konuyu bahane olarak kullanmaktadır. Uygur Türklerinin yoğun olarak yaşadığı Doğu Türkistan’ın eski başkenti Kaşgar, Çin askerleri tarafından adeta ablukaya alınmıştır. Şehir buldozerlerle yıkılmakta, Doğu Türkistan halkı buradan zorla sürülmektedir. Çin hükümeti, bu yıkıma, Kaşgar şehrinin depremler sonucunda yıkılabileceği gibi inanılması güç bir bahaneyi gerekçe göstermiştir. Oysa şehir, yaklaşık 2500 yıllık geçmişi olan, 1000 yıldan daha öncesine ait sayısız tarihi esere sahip antik bir şehirdir. Buradaki tarihi eserler yüzyıllardır defalarca depremlere ve doğal afetlere maruz kalmıştır. Bütün bunlara rağmen söz konusu binalar ve eserler yüzyıllardır hiçbir zarar görmemiştir. Dolayısıyla tarihi güzelliklerin yıkımı için depremlerin gerekçe gösterilmesi son derece mantık dışıdır. Oradaki Uygur halkının bu gerekçeyle atalarından kendilerine miras kalan bu topraklardan sürülmesinin ise hiçbir açıklaması yoktur.

Dolayısıyla bu gerekçenin Çin Hükümeti tarafından bir bahane olarak kullanılmaya çalışıldığı açıktır. Çin hükümeti bu bahaneyi kullanarak açıkça Kaşgar’ı bir Çin şehri haline getirmeyi, orayı Uygur Türklerinden arındırmayı ve oradaki Türk-İslam kültürünü ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Çin halkının kendi rızalarıyla gelip Kaşgar’da yaşamak istemeleri durumunda, Uygur Türkleri’nin buna karşı hiçbir itirazları yoktur. Kuran ahlakının gereği olarak ılımlı, sevecen, şefkatli, itidalli, güzel huylu insanlar olan Uygur Türkleri’nin Çinlilere karşı bir düşmanlık duyguları da yoktur.

Onlarla beraber yaşamaktan, komşuluk ilişkileri olmasından da rahatsız değillerdir. Ancak burada söz konusu olan, Çin yönetimi tarafından Uygur halkının evleri yıkılarak zorla bölgeyi terk etmeye mecbur bırakılmaları ve onların yerine yine zorla Çin’in başka bölgelerinden insanların getirilip yerleştirilmeleridir. Böyle bir uygulamanın hukukla, en temel insan haklarıyla ve demokrasiyle bağdaşmadığı açıktır. Bu açıkça bir zorunlu yer değiştirme ve sürgün politikasıdır. Kendi yurtlarından çıkmayı istemeyenlere de şiddetli baskı yapılmaktadır. Bu konuda tüm Avrupa devletlerinin ve Amerika’nın, Çin’deki bu haksız vahşet politikasını uzaktan seyretmemesi, ivedilikle bu konuda harekete geçmeleri, konuyu gündem haline getirmeleri gerekmektedir. Toplu kamuoyu tepkisi, Çin’in bu konuda başıboş davranamayacağını gösterecek ve söz konusu baskı politikası daha da ileri gitmeden son bulacaktır. Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği ve tüm dünya kurumları, vakıfları ve kişileri bu konuda acilen gerekli tedbirleri almalıdırlar.

Sayın Adnan Oktar Anlatıyor

Hz. Mehdi (a.s.) Zuhur Etmeden Önce Ona da Zulmedilecektir

“Şimdi ben söylüyorum ya, bu zaten gerekiyor. Bu olmadan Hz. Mehdi (a.s.) çıkmaz. Bu kan akacak, bu olaylar olacak. Afganistan işgal edilecek, Irak işgal edilecek, zulüm artacak. Bizzat Hz. Mehdi (a.s.)’ın kendine zulüm artıyor, işkence yapılıyor Hz. Mehdi (a.s.)’a bizzat. Peygamber (s.a.v.)’in gözleri doluyor anlatırken, Resulullah (s.a.v.)’in. “Rengi soldu” diyor. “Benim Ehl-i Beytim, azap edecekler” diyor, “işkence edecekler”, Hz. Mehdi (a.s.)’dan bahsederken. Peygamberimiz (s.a.v.)’e soruyorlar, rengi soluyor mübareğin. Hz. Mehdi (a.s.)’ı, Peygamberimiz (s.a.v.) çok seviyor. Onun can tanesidir yani çok sevdiğidir, hep sena ile bahsetmiştir.” (Sayın Adnan Oktar’ın 26 Temmuz 2010 tarihli Adıyaman ASU TV röportajından)

Türk İslam Birliği Kurulduğunda Bir Tek Müslümana Bile Zarar Gelmeyecektir

ADNAN OKTAR: Türk İslam Birliği oluştuğunda, Hz. Mehdi (a.s.) da manevi lider olarak başında olduğunda, bir Müslümanın tüyüne dokunmak mümkün olur mu?

OKTAR BABUNA: Mümkün değil Hocam. Hayal bile edemezler inşaAllah.

ADNAN OKTAR: Evini ocağını yıkmak mümkün mü? Hapishanelere doldurmak mümkün mü? Değil mi? Koyun boğazlar gibi boğazlamak mümkün mü? Tahayyülü mümkün değil. Peygamberlerle güya haşa, alay etmek mümkün mü? Bundan kurtulmak istiyorsak o zaman neyi istemesi gerekiyor? Türk İslam Birliği’ni. Türk İslam Birliği olmadan Avrupa hiçbir şeyi dinlemez. İnsanlardan merhamet dilenmekle olmaz. Güç, Allah’ın verdiği bir güç vardır. Bak Cenab-ı Allah diyor: “Birleşin, kimse sizi yenemez” diyor. “Bölünürseniz perişan ederim sizi” diyor Allah. “Onları size musallat ederim” diyor Allah. Bak “dışarıdaki insanları size musallat ederim” diyor, çok fazla Kuran ayeti var. Nitekim de böyle olmuştur. Allah diyor: “Parçalayıcılar gibi olmayın” diyor. Parçalayıcılardan bahsediyor Allah. “Bölünmeyin” diyor, “Ayrılıp dağılmayın, Allah’ın ipine sımsıkı sarılın” diyor, şeytandan Allah’a sığınırım. “Kurşunla kaynatılmış binalar gibi” diyor, “lehimlenmiş gibi omuz omuza gelin” diyor Allah. “Birlikte mücadele edin” diyor, “Allah böyle olanları sever” diyor, değil mi? “Çekişmeyin” diyor Allah, “gücünüz elinizden gider” diyor. Haram kılmıştır Allah. (Adnan Oktar’ın 20 Şubat 2010 tarihli Gaziantep Olay TV’deki canlı röportajından)

FİLİSTİN

Filistinli Müslümanlar yaklaşık yarım asırdır, hiçbir gerekçe gösterilmeden evlerinden çıkarılmakta, kurşunlanmakta, saldırıya uğramakta, evleri başlarına yıkılmakta, tarlaları ve bahçeleri yok edilmekte, işkenceye ve şiddete maruz kalmaktadırlar. Filistin topraklarında yaşanan manzara, bu ülkede ateist siyonist İsrail yönetimi tarafından her yönüyle büyük bir soykırım yürütüldüğünü gözler önüne sermektedir.

Filistin’de saldırıya uğrayan, üzerlerine ateş açılan, bombardımana tutulan çocukların, gençlerin ve kadınların ancak çok az bir kısmı dünya medyasına yansımaktadır.

Nüfusunun %70’i gençlerden oluşan Filistin’de çocuklar da 1948’den bu yana işgal ile birlikte göçü, sürgünü, gözaltıları, hapis ve katliamları yaşamaya başladılar. Kendi topraklarında ikinci sınıf insan muamelesi gördüler. Tahammülü zor koşullar altında mücadele etmeyi öğrendiler. Ariel Şaron’un Ekim 2000’deki provokatif Mescid-i Aksa ziyaretiyle başlayan Aksa İntifadası’nda da şehit olanların %50’sini 16 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyordu. Yaralıların %60’ı 18 yaşın altındaydı. Çatışmaların halen yoğun olarak sürdüğü bölgelerde ise her gün en az 5 çocuk şehit olmakta ve 10’un üzerinde çocuk da yaralanmaktadır.

Filistin Sağlık Örgütü’nün hazır ladığı rapora göre Aksa İntifadası’nda hayatını kaybeden 400’den fazla kişinin %34’ü 18 yaşından küçüktür. Ancak asıl önemli olan, ölenlerin %47’sinin gösterilere veya çatışmalara katılmamış kişiler olmasıdır. Batı Şeria’da yaralananların %38’i gerçek kurşunlarla yaralanmıştır ve bunların da %75’i vücudunun üst kısmından yaralanmıştır. Gazze Şeridi’nde ise yaralananların %40’ı gerçek kurşunlardan yaralanmış ve bunların da %61’i vücudunun üst kısmından, yani göğsünden vurulmuştur. Yaralıların toplam sayısı 10 bini geçmiştir. 1.500 kişide ise kalıcı sakatlıklar meydana gelmiştir. Bunun yanı sıra yaralıların tedavi edildiği hastaneler de sık sık saldırıya uğramıştır.

Tüm bu rakamlar açık bir gerçeği göstermektedir: Siyonist İsrail yönetimi, Filistin halkına karşı bilinçli ve sistemli bir yok etme politikası uygulamaktadır. Yukarıdaki rakamlar İsrail askerlerinin silahlarını, güvenlik gerekçesi ile etkisiz hale getirme amaçlı değil, öldürme ve sakat bırakma amaçlı kullandıklarını göstermektedir.

IRAK – FELLUCE

Dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Irak’ta da Müslümanlar sıkıntı ve zorluk içinde yaşamlarını devam ettiriyorlar. Son günlerde yayınlanan bir araştırma Irak’ta yaşananların boyutlarını gözler önüne sermesi açısından çok önemli bilgiler içeriyor. Bu rapor 2004 yılında Felluce’de, sivillere karşı uranyum kullanıldığını ortaya koyuyor.

The Independent gazetesinde yayınlanan habere göre, 2005’ten bu yana çocuk ölümlerinde ve kanser oranlarında yaşanan artış üzerine, Ulster Üniversitesi’nden 11 kişilik bir araştırma ekibi kuruldu. Konuyla ilgili haberde şu bilgilere yer veriliyor:

“Bu yılın Ocak ve Şubat aylarında gerçekleştirilen araştırmada kentte 711 eve gidilerek kanser ve çocuk doğum ve ölüm oranlarına ilişkin detaylı bilgiler toplandı. Araştırma, kentte genel kanser oranlarında 4 kat, 14 yaş grubu altındakilerde ise 12 kat artış olduğunu gösteriyor. Dr. Chris Busby, kanser ve kusurlu çocuk doğumlarının nedeninin tam olarak bilinmediğini belirtmesine karşın, böyle bir etkinin açığa çıkması için, 2004 yılındaki saldırının ardından çok önemli mutajenik değişime maruz kalınması gerektiğini söyledi. Busby, bununla ABD’nin 2004 yılındaki Felluce saldırısında kullandığı silahlara dikkat çekiyor. Saldırıda tam olarak ne tür silahların kullanıldığını bilmemesine karşın Dr. Busby, mağdurlarda oluşan genetik zararlar göz önünde bulundurulduğunda çeşitli ölçüde uranyum kullanıldığının anlaşıldığını söyledi... Araştırmada lösemi oranlarında 38 kat, yetişkinlerde beyin tümörlerinde ise önemli oranda artış olduğu kaydedildi. Hiroşima’da saldırı sonrası lösemi oranında 17 kat artış olduğunu belirten Dr. Busby, Felluce’de dikkat çekici olanın sadece kanser oranında yaygınlığın fazla olması değil, bunun insanları etkileme hızının olduğunu belirtti.”

Sayın Adnan Oktar’ın Felluce’de yapılan bu vahşi uygulamalar hakkındaki açıklaması şöyledir:

“İşte bu da deccaliyetin bir uygulamasıdır. “Deccal nerede?” diyorlar. Deccal kan döküyor, “deccal nerede?” diyor. Deccal annesini babasını öldürüyor, “nerede?” diyor. Deccal haysiyetini şerefini yerle bir ediyor, “deccal nerede?” diyor. İşte deccal burada. Görüyorsunuz Irak’ta, Afganistan’da her yerde faaliyet halinde, inşaAllah.” (Sayın Adnan Oktar’ın 31 Temmuz 2010 tarihli Kocaeli TV canlı röportajından)

TAYLAND – PATANİ

Tayland’a bağlı özerk bir bölge olan Patani’de Müslümanların maruz kaldığı şiddet ve baskı, dünya kamuoyu tarafından pek bilinmemektedir. Oysa Güneydoğu Asya’nın bu bereketli ve zengin topraklarında yaklaşık 200 yıldır büyük bir zulüm devam etmektedir.

Patani Müslümanlarının yaşadığı zulüm, 1782 yılında Patani’nin yönetimini ele geçiren Rama Hanedanı ile başladı. Bu hanedan Bangkok’u başkent yaptı ve merkezi bir yönetim sistemi kurdu. Bu dönemde Patanili Müslümanlarla Siyamlar ismi verilen yerli halk arasında günümüze kadar devam edecek çatışmalar ortaya çıktı. Bu çatışmalar sırasında birçok Patani kenti yakılıp yıkıldı, pek çok askeri savunma merkezi tahrip edildi ve yaklaşık 4.000 Patanili Müslüman, Siyamlar tarafından esir alındı.

Siyamlar, esir ettikleri Müslümanlara çok şiddetli işkenceler yaptılar. Bir tür Hint kamışından yapılma güçlü bir iple kulaklarından ve bacaklarından diktiler. Bu feci işkence altında Bangkok’a getirdikleri Müslümanları, ellerinde hiçbir alet ve edavat bulunmaksızın kanal kazma işlerinde köle olarak çalıştırdılar. Patani Sultanı da bu savaş sonunda Siyamlar tarafından vahşice şehit edildi. Savaşın ardından 7 bölgeye bölünüp Tayland tarafından vergiye bağlanan Patani, 70 yıl boyunca tamamen Siyamların yönetimine geçti.

1909 yılında ise Siyamlar tarafından Patani’ye göstermelik bir bağımsızlık verildi, ancak Tayland yönetiminin baskıları aynı şiddetle devam etti. Tam bağımsızlık için defalarca ayaklanan Müslüman Patani halkı, her zaman şiddetle bastırıldı, bu dönemde Malezya’ya göç çok büyük bir artış gösterdi.

Tayland yönetimi, özellikle de Patani halkının İslam kimliğini yok etmeye yönelik bir baskı ve asimilasyon politikası izledi. İlk uygulama, 1932 yılında Müslümanlara ait öğretim kurumlarının faaliyetlerini tamamen yasaklamak oldu. 1944 yılında ise Müslüman halka yönelik geniş bir imha hareketi başlatıldı, Patani Müslümanlarının liderleri ve aileleri bazı Budistler tarafından vahşice şehit edildi. İslami kurallara uymak, ibadette bulunmak yasaklandı, bir yandan da halka Budizm inancı dayatıldı. Budizm okullarda zorla öğretildi, hatta Müslüman öğrenciler Budist öğretilere göre hareket etmeye zorlandı.

Tayland yönetimi çeşitli tarihlerde Müslümanlara karşı korkunç toplu katliamlar da düzenledi. 1944 yılında sadece Bulikor Samik bölgesinde 125 Müslüman aile diri diri yakılarak şehit edildi. Tayland yönetiminin asimilasyon politikaları hayatın her alanında kendini gösterdi. Patani’deki pek çok minare yıkıldı. Tayland yönetiminin kurduğu sağlık kuruluşlarında önemli Müslüman alimler şüpheli nedenlerden dolayı şehit edildi, faili meçhuller ve kayıplar Patani halkı için günlük olaylar haline geldi.

BURMA – MYANMAR

Myanmar nüfusunun yaklaşık %15’ini oluşturan Müslümanlar, Burma devleti için bir güzellik ve bir nimettir. Ne var ki, bölgeden gelen haberler bu topraklarda yaşayan Müslüman kardeşlerimizin hak ettikleri saygıyı, sevgiyi, güveni ve huzuru bulamadıklarını göstermektedir. Ülkenin ağırlıklı olarak Arakan bölgesinde yaşayan Müslümanlar, pek çok uluslararası kurumun hazırladığı raporlarda da görüldüğü üzere, ağır baskı altındadır. 20. yüzyılda hızı artan Müslüman karşıtı kampanya 100.000 Müslümanın şehit olmasına sebep olmuş; 1942’deki Arakan katliamında ise yüz binlerce kişi ya sakat kalmış ya da topraklarından göç etmek zorunda bırakılmıştır.

1962 yılında değişen yönetim tarafından hazırlanan “Burma Sosyalist Parti Programı” Müslümanların dini hak ve özgürlüklerini neredeyse tamamen ellerinden almış, dinlerini diledikleri gibi yaşama hakları engellenmiştir. Bu durum tüm İslami eğitim kurumları ve camilerin kapatılmasıyla neticelenmiş, hacca gitmek, kurban kesmek, toplu namaz kılmak ve diğer ibadetler yasaklanmıştır. Öte yandan kanunlara ve insan haklarına aykırı olarak yapılan tutuklamalar ve bu esnada –uluslararası kurumlar tarafından da tespit edilip, ispatlanmış olan- işkenceler Müslümanları Myanmar’ı terk etmeye zorlamıştır.

İnsan hakları kuruluşlarının vermiş oldukları raporlara göre, 1962-1984 yılları arasında 20.000 Arakan Müslümanı şehit edilmiştir. Yüzlerce Müslüman kadına tecavüz edilmiş ve Müslümanların neredeyse tüm mal varlıklarına el konulmuştur.

Ocak 1992’de Myanmar’da yaşayan Müslüman azınlığa mensup 700 kişinin Bangladeş sınırı yakınlarında boğularak şehit edildiği ortaya çıkmıştır. 1994 yılında ise 1000’den fazla Müslüman yargısız infaz yöntemiyle şehit edilmiştir.

Bu haksız ve şiddete dayalı uygulamalar 1990’lardan sonra da devam etmiş ve hayatlarını kurtarmak isteyen 200.000 Müslüman 1992 yılında Bangladeş’e sığınmak zorunda kalmıştır. Çok fakir bir İslam ülkesi olan Bangladeş, Burmalı mültecileri topraklarında ağırlamakta, ancak yiyecek ve barınma konusunda yardım etmekte çok zorlanmaktadır.

İletişim imkanlarının sınırlı olması, internetin sıkı denetim altında tutulması ve bölgeye girmeyi başarabilen gazetecilerin dahi haber almalarının ve iletmelerinin yasaklanması nedeniyle, Myanmar’da yaşayan Müslüman kardeşlerimiz dünyaya seslerini duyurmakta zorlanmaktadır. Nadiren de olsa elde edilen haberler ve resimler ise yaşanan zulmün ve haksızlığın boyutlarını gözler önüne sermektedir.

NEPAL

Nepal, Hindistan ve Çin ile komşu olan ve bu iki ülkenin de etkisiyle yıllardır Müslümanlara yönelik baskıcı bir politika izleyen bir ülkedir. %80’i Hindu, %10’u Budist olan ülkede bir milyonun üzerinde Müslüman yaşamaktadır.

Daha önce resmi olarak bir Hindu devleti olan Nepal 2008 yılına kadar krallık ile yönetiliyordu. 2008 yılında krallık yönetimine son verildi ve Federal Demokratik Nepal Cumhuriyeti kuruldu. Nepalli Müslümanlar 2008 yılına kadar hiçbir hakka sahip değilken, dahası Nepal Krallığı tarafından dini kimlikleri dahi kabul edilmezken, yeni yönetim iktidara gelir gelmez Müslümanlara anlayışla yaklaşacaklarına, hatta bazı taleplerini yerine getirebileceklerine dair vaadlerde bulundu. Ne var ki fanatik Hindular yeni hükümetin bu demokrat tavrından ve laikliğin resmi olarak benimsenmesinden rahatsızlık duyarak Müslümanlara yönelik şiddet uygulamalarını arttırdılar ve art arda faşist saldırılar gerçekleştirdiler. Saldırılarına doğrudan camilerden başlayan ırkçı faşistler 2008 yılının Mart ayında 50’den fazla Nepalli Müslüman Biratnagar’daki bir mescitte akşam namazını kılarken mescide dört bomba attılar ve üç Müslümanın şehit olmasına, onlarca kişinin de yaralanmasına sebep oldular. Takip eden zamanda Müslümanların yoğun olarak bulundukları Biratnagar ve Bukraha şehirlerindeki daha pek çok cami radikal ırkçı Hindu örgütlerin saldırısına uğradı. Bu ırkçı gruplar 2004 yılında da Nepalli Müslümanlara ait ev, iş yeri, dernek ve camileri ateşe vermişlerdi.

Söz konusu faşist örgütlerin Nepalli Müslümanlar üzerindeki zulmü bugün hala devam etmektedir. Irkçı Hindular tarafından durmaksızın rahatsız edilmekte olan Nepalli Müslümanlar dinlerini korumak için büyük bir mücadele vermekte, üzerlerindeki baskıya rağmen yaşamlarını Müslüman olarak sürdürmeye çalışmaktadırlar. Özellikle de Hindular arasından dinlerini değiştirip Müslüman olan Nepalliler gerek çevrelerinin gerekse ailelerinin ağır baskısına maruz kalmaktadırlar.

Şüphesiz yazı boyunca verdiğimiz örnekler, Irak’ta, Pakistan’da, Burma’da, Patani’de ve daha pek çok yerde yaşananların sadece küçük bir örneğidir. İslam dünyasının kanayan yarası olan Filistin’deki kardeşlerimiz başta olmak üzere Müslümanların büyük bir çoğunluğu 100 yılı aşkın bir zamandır, hemen her yerde eziliyor ve baskı altında tutuluyor. Hemen her gün dünyanın bir yerinden Müslümanların şehit edildiğine, eziyete uğradıklarına dair haberler geliyor. Ve bu haberler bir kez daha İslam aleminin birlik içinde hareket etmesinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gözler önüne seriyor.

Peygamberimiz (s.a.v.) içinde bulunduğumuz ahir zamanda Müslüman aleminin karşılaşabileceği bu zulüm ortamını bildirmiş ve bunlarla karşılaşıldığında neler yapılması gerektiğini de Müslüman-lara tavsiye etmiştir. Bu dönemde Allah’ın Hz. Mehdi (a.s.)’ı göndererek, İslam dünyasını ve tüm insanları deccaliyetin belalarından kurtaracağını müjdelemiştir. Hadislere ve İslam alimlerinin açıklamalarına göre, Hz. Mehdi (a.s.), Hicri 1400 itibariyle göreve başlayacak, deccaliyetin silahı olan Darwinizm ve materyalizmi tam anlamıyla susturacak bir fikri mücadele yürütecek, dağınık durumdaki İslam alemini birleştirecek, Kuran ahlakının dünyaya hakim olmasına vesile olacaktır. “Hz. Mehdi (a.s.)’ın büyük mücadelesine nasıl katkıda bulunabilirim?” diye düşünen Müslüman kardeşlerimizin yapacağı en önemli çalışmalardan biri Müslüman-ların arasında kardeşliğin pekişmesi, sevgi ve dostluğun güçlenmesi, İslam aleminin birlik olması için faaliyet göstermektir. Allah Kuran’da Müslümanların birlik olmaları gerektiğini buyurmuştur. Birlik olmamaları durumunda ise, manevi güçlerini kaybedeceklerini ve ezilip yenileceklerini haber vermiştir:

“İnkar edenler birbirlerinin velileridir. Eğer siz bunu yapmazsanız (birbirinize yardım etmez ve dost olmazsanız) yeryüzünde bir fitne ve büyük bir bozgunculuk (fesat) olur.” (Enfal Suresi, 73)

Öyleyse, deccaliyetin tüm saflarının birlik halinde Müslümanları baskı altına aldığı ahir zamanın bu en şiddetli döneminde, Müslümanların aciliyetli olarak yerine getirmeleri gereken husus, birlik olmaktır. Yeryüzünde bozgunculuğun son bulması için iman edenlerin birbirleriyle dost olmaları, ittifak etmeleri, birlik ve beraberlik içinde olmaları gerektiği açıktır. Türk İslam dünyasının bu birliği istemesi lazımdır. Birlik istemeyen ayrılık istiyor demektir ve ayrılığın Türk İslam dünyasına hiçbir faydası yoktur. MÜSLÜMANLARIN GÜCÜ, KUVVETİ VE MENFAATİ BİRLİKTEDİR.

Müslüman Kardeşlerimizin Gördüğü Zulüm Hz. Mehdi (a.s.) Önderliğinde Son Bulacaktır

“Cenab-ı Hak bir dakika zarfında beyn-es sema vel-arz alemini (yer ile gök arasındaki alemi) bulutlarla doldurup boşalttığı gibi bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder (dindirir) ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini (örneğini) ve yazda bir saatte kış fırtınasını icad eden KADİR-İ ZÜLCELAL (herşeye muktedir olan Yüce Allah) HZ. MEHDİ (A.S.) İLE DE, ALEM-İ İSLAM’IN (İslam aleminin) ZULÜMATINI (zulüm devrini, karanlığını) DAĞITABİLİR. VE VA’DETMİŞTİR VAADİNİ ELBETTE YAPACAKTIR.” (Mektubat, s. 411-412)

Bediüzzaman, Celal ve Kudret sahibi olan Rabbimiz’in, Hz. Mehdi (a.s.) ile dinsizlik ve zulüm devrini ortadan kaldıracağını belirtmiştir. Rabbimiz’in, yer ile gök arasındaki tüm alemi bulutlarla bir dakika içinde doldurup boşalttığı, bir saniyede denizin fırtınalarını durdurduğu ve bahar mevsiminde bir saatte yaz mevsiminin örneğini ve yazın da bir saatte kış fırtınasını yarattığı gibi, bu olayı da hemen gerçekleştirmeye kadir olduğunu hatırlatmıştır. Bediüzzaman, Allah’ın bu vaadinin hak olduğunu ve vaadini mutlaka gerçekleştireceğini ifade etmiştir. Hz. Mehdi (a.s.) Allah’ın izniyle İslam dünyasının karşı karşıya kaldığı zulüm ve zorluklara son vermekle görevli kişi olacak ve çalışmalarıyla tüm dünya çapında etkili olacaktır.

Patani’de camiler, mescidler Tayland askerleri tarafından basılıp, Müslümanlar namaz kılarken şehit ediliyorlar. Kadın, erkek, genç, yaşlı ayırt edilmeden Müslümanlar acımasızca şehit edilirken, camiler basılıp ibadet halindeki Müslümanlar dahi başlarından vurulurken, İttihad-ı İslam’ın gerçekleşmesi için ağırdan almak, böyle bir konu hiç yokmuş gibi davranmak, Allah Katında sorumluluğu olan bir tutumdur.

Tayland askerleri Patanili Müslüman gençleri ve erkekleri yakalayıp, çıplak bir halde sokak ortasında yere yatırıp, ellerini arkalarından kelepçeleyip zulmediyorlar. 15. yüzyıldan bu yana Müslüman olan Patani halkı, hemen her gün baskı ve şiddete maruz kalıyor.

Dünyadaki Acıların Son Bulması İçin Türk İslam Birliği’ni Oluşturmak Bütün Müslümanların En Aciliyetli Görevidir

Bu makale, İlmi Araştırma Dergisi 75. sayı (Eylül 2010) 4. sayfada yayınlanmıştır.

Sayın Adnan Oktar Üçleme İnancının Yanlışlığını Anlatıyor


Sayın Adnan Oktar’ın 30 yılı aşkın bir süredir yürüttüğü ilmi mücadelesi boyunca önemle üzerinde durduğu konulardan biri de “üçleme inancının yanlışlığı”dır. Üçleme inancının Hristiyanlığa verilmiş en büyük zarar olduğunu birçok eserinde vurgulayan Sayın Adnan Oktar, bu sapkın inancın ortadan kalkması için önemli çalışmalar yapmakta, röportajlarında bu konuyu sık sık gündeme getirmektedir. Sayın Adnan Oktar’ın röportajlarında konu ile ilgili yaptığı önemli hatırlatma ve açıklamalar şöyledir:

Hristiyanlıktaki Teslis İnancı Sapkın Bir İnanıştır

“Ben gece-gündüz Tevrat okuyorum. İncil de okuyorum. Ama Kuran ile mutabık Hak olan yerleri okuyorum. Teslisi gördüm mü içim acıyor, çünkü Allah, şeytandan Allah’a sığınırım: “gökler parçalanacak neredeyse” diyor (Şura Suresi, 5) “bu iddialarından dolayı” diyor. Niye üç dersiniz? “Tek Allah var” desene. Yani herkes bunu bilir. Çocuk olsa bilir. Üç tane Allah olur mu? Niçin buna gerek duydunuz? Bu garip yalana niçin gerek duydunuz, değil mi? Tek Allah var desene. Hz. Mesih (a.s.)’ın peygamber olduğunu söylesene. Bak canımız gibi seviyoruz. Aşk ile seviyoruz. Muhabbetle seviyoruz. Tüm Müslüman alemi aşıktır Hz. İsa (a.s.)’a. Değil mi? Yani güya biraz daha farklı yapacaklar Hz. İsa (a.s.)’ı diğer peygamberlerden. Zarar verdiniz. Çok büyük zarar verdiniz. Böyle hata yaptınız. Allah’a çok şükür o güzeller güzeli dönüp bunu, bu yanlışlığı düzeltmeye gelecek. Diyor ki Cenab-ı Allah; “sen mi söyledin?” (Maide Suresi, 116) diyor, ahirette sorgulamada, İlah olduğunu. “Haşa Yarabbi” diyor. Şeytandan Allah’a sığınırım. “Eğer ben böyle bir şey söylemişsem sen bilmişsindir zaten”diyor (Maide Suresi, 116) Allah’a. Hayır Allah bilmediğinden değil, şan olsun, güzellik olsun diye söyletiyor onu orada. Böyle büyük bir azim dini, büyük bir dindir Hristiyanlık.” (Sayın Adnan Oktar’ın 4 Ekim 2009 tarihli Kral Karadeniz TV ve Kanal 35’de yayınlanan canlı röportajından)

İncil’de Hz. İsa (a.s.) Haşa Allah Olarak Değil, İnsan Olarak Anlatılmıştır

ADNAN OKTAR: İncil’de diyor ki Hz. İsa (a.s.) (Luka 4/8), “İsa ona şu karşılığı verdi: “Allah’ın Rab’be tapacak, yalnız O’na kulluk edeceksin.” Bana kulluk edin diyor mu? “İsa ona şu karşılığı verdi” diyor (Matta 22/37); “Allah’ın olan Rab’bi bütün yüreğinle, bütün canınla, bütün aklınla sev.” “Rab’bi sev” diyor. “Beni sev” demiyor. Hayır, biz onu Hz. İsa (a.s.)’ı severiz, aşkla severiz Allah’ın tecellisi olarak, Peygamber olarak severiz ama Allah değil (haşa). “Bunun üzerine taşı kaldırdılar. İsa gözlerini gökyüzüne dikerek şöyle dedi: - (Yuhanna 11/41-42). “Rab” yani Allah “beni işittiğin için Sana şükrediyorum.” Kardeşim, Allah’a dua ediyor. Allah, Allah’a dua eder mi? (Haşa) “Beni her zaman işittiğini biliyordum, ama bunu çevrede duran halk için, beni senin gönderdiğine iman etsinler diye söyledim” diyor. Burada “LA İLAHE İLLALLAH” var. Burada nerede şirk? İşte Hristiyan arkadaşlarımız, kardeşlerimizin bu konuyu mutlaka kısa sürede halletmeleri lazım; “LA İLAHE İLLALLAH” bu yüzyılda bu konunun bitmesi lazım. Allah “gökler parçalanacak neredeyse bu sözlerinden” diyor. Bak, “onlarla sofrada otururken İsa ekmek aldı” Hz. İsa (a.s.). “Şükretti ve ekmeği bölüp onlara verdi”. Yemek yiyor; Allah yemek yer mi? (Luka 24/34) “Sevinçten hâlâ inanmayan, şaşkınlık içindeki öğrencilerine, “Sizde yiyecek bir şey var mı?” diye sordu. Kendisine bir parça kızarmış balık verdiler. İsa alıp onu gözlerinin önünde yedi”. Allah’ın kulu, yiyor yani yemek yiyor. Doğal ihtiyaçları var. Allah’ın yemek yemeye ihtiyacı olmaz inşaAllah. Bak, (Markos, 2/15) “İsa, yolculuktan yorulmuş olduğu için kuyunun yanına oturmuştu.” Allah yorulur mu? Haşa. İnsan olduğu için yoruluyor Hz. İsa (a.s.). “Saat on iki sularıydı. Samiriyeli bir kadın su çekmeye geldi. İsa ona, ‘bana su ver, içeyim’ dedi”. Allah’ın kulu işte, susuyor, acıkıyor. “Sabah çok erkenden, ortalık henüz ağarmadan İsa kalktı, evden çıkıp ıssız bir yere gitti, orada dua etmeye başladı.” (Markos, 1/35) “Onları uğurladıktan sonra, dua etmek için dağa çıktı” diyor yine. (Markos, 6/46) “İsa öğrencilerine, ‘Ben dua ederken siz burada oturun’ dedi.” (Markos, 14/32) Kardeşim burada yani el insaf, ne yapıyor bu insanlar? Bu “LA İLAHE İLLALLAH”ın mutlaka bu yüzyılda, süratle insanlar tarafından kabulü çok hayatidir. Şirkten dolayı Avrupa kan ağlıyor, Amerika kan ağlıyor. Bu şirki bırakacaklar, inşaAllah. Tasaffi edecek (temizlenecek) Hristiyanlık. Bu, Allah’ın emri, Kuran’da belirtilen Allah’ın emri. Biliyor musun ayeti?

OKTAR BABUNA: (Şeytandan Allah’a sığınırım) “De ki: “Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.” Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: “Şahid olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”” (Al-i İmran Suresi, 64) (Sayın Adnan Oktar’ın 30 Ocak 2010 tarihli Gaziantep Olay TV röportajından)

Hz. İsa (a.s.)‘ın Gelişini Görmek İsteyenler, Hristiyanlıktaki Üçleme İnancının Sonlanması ve Tek Allah’a İnancın Yerleşmesi İçin Çaba Harcamalı

“Hz. İsa (a.s.)’ı göreceksiniz. Ama tabii inanmak mecburiyetinde değilsiniz. Farz değildir inanmak. Vicdani kanaatle diyeceksin; bu kadar güzel yüzlü, bu kadar nurlu, bu kadar tarife benzeyen, annesi-babası yok çünkü. Kıyafetleri, iki bin yıllık kıyafet. Götürün, bakın karbon metoduyla, tespit edin. Ama kendisi ter-ü taze duruyor. Hz. İsa (a.s.)’ın gelmesini isteyenlere şimdi ben buradan bir sır veriyorum, görmek isteyenlere. Hristiyanları Müslümanlarla birleştirmek, onlara Müslümanları sevdirmek için uğraşsınlar. Hristiyanlık bir nevi Müslümanlığa benzesin. Mesela tek Allah’a inanmalarını sağlasınlar Hristiyanların. “Tam birleşme istidadındayken” diyor Bediüzzaman. “Cismi beşerisiyle semavatta bulunan Hz. İsa (a.s.)’ın nüzulü kati olmakla beraber,” kesin diyor (Mektubat). Bir kısım sahtekarların dediği gibi böyle daha değişik değil. “Kati” diyor Bediüzzaman. Bakın şartı budur, Hristiyanlıkla Müslümanlığın birleşme istidadının çok artması, bunu bekliyor Hz. İsa (a.s.), sadece bunu bekliyor. Başka şartı yok. Tam bu istidatta iken çıkacak, gayret etsinler. Gitsinler Hristiyanlardan arkadaş edinsinler. Bir Allah’a inanmaları için uğraşsınlar, tek Allah’a. Bu teslis konusunu halledeceğiz. Burada bir acayiplik var, Allah; “gökler parçalanacak neredeyse” diyor. Üç tane Allah olur mu? Beş yaşındaki çocuk inanmaz. Hem ayıp, hem günah, hem garip yani, insaf. Yemek yiyen bir insan, banyoya gidiyor, uyuyor, Allah’a dua ediyor, o Allah olur mu? Bir insan ona nasıl inansın. Çok çok acayip hareket ediyorlar. Allah rızası için vazgeçsinler bu garip sözden, bu yanlış sözden. Hz. İsa (a.s.) kendisi diyor; “Ya Rabbi! Sen Teksin” diyor, “Birsin” diyor. Açsınlar İncil’i baksınlar. “Başka Allah yoktur, bir tane Allah var” diyor. Nereden çıkarıyorsunuz üç Allah var demeyi? Yapmasınlar, Allah rızası için bundan vazgeçsinler. Bakın; tek Allah’a inanma Hristiyanlıkta arttığında, Hz. İsa (a.s.) çıkacak ortaya, Hz. İsa (a.s.), bunu bekliyor.” (Sayın Adnan Oktar’ın 26 Temmuz 2010 tarihli Adıyaman Asu TV röportajından)

Teslis İnancı, Hristiyanlığa Verilmiş En Büyük Zarar ve Hz. İsa (a.s.)’a Yapılmış En Büyük İftiradır

Sunucu: Hocam yakın zamanda Fidelma Oliri adlı bir nöroloji profesörü Katolik iken İslam’a geçti. İslam ile nasıl tanıştığını kendi sözleri ile şöyle anlatıyor. “Bir radyo programını dinliyordum, telefon eden bir dinleyici, “madem Hz. İsa (a.s.) Allah’ın kendisi, nasıl oluyor da Allah’a ibadet ediyor anlamıyorum” diye sordu. Kafamda bir şimşeğin çaktığını hissetmiştim, bulmacanın tüm parçaları birden aynı anda yerli yerine oturmuş gibiydi. Gerçekten de bir Hristiyanın tüm hayatı boyunca kendisine bu soruyu sormamış olması mümkün müdür, hocam?” Şahin Doğru.

Adnan Oktar: Hristiyanlıkta zaten o konuda mantık yok. Teslis inancı Hristiyanlığın içine sokulmuş, Hristiyanlığa verilmiş en büyük zarardır. Ve milyonlarca insanın dinsiz olmasına vesile olmuşlardır bu sebeple. Çok büyük bir fitnedir. Çok büyük bir acıdır. Hz. İsa (a.s.)‘a da yapılmış bir iftiradır. Mesela İncil’lerin sıralamasına baktığımızda, ilk İncil’lerde böyle bir izah yok. Ama ileriki yıllarda en son yapılan İncil’de var. İlk İncil’lerde yok. Barnabas İncil’inde hiç yok zaten bilakis. Hz. İsa (a.s.) sürekli Allah’a dua ediyor, hep insanları Allah’a çağırıyor. Allah’ın varlığından bahsediyor İncil’de. Nereden çıkarıyorsunuz teslisi? Yani niçin gerek duydular böyle bir şeye? Niçin yaptılar? Allah’ın bir hikmeti. Şeytanın ilkasıyla oluşmuş bir durum, tertemiz bir Peygambere de böyle iftira atılması çok büyük bir zulümdür. Allah diyor “Gökler neredeyse parçalanacak bu sözlerinden dolayı” diyor. Ama inşaAllah Hz. Mesih (a.s.) geldiğinde “Ben böyle bir şey demedim” diyecek. “Ben sizi Allah’ın birliğine çağırdım” diyecek. Yine onları Allah’ın birliğine çağıracak. Ve İslam bütün dünyaya hakim olacak inşaAllah. (Sayın Adnan Oktar’ın 10 Ocak 2010 tarihli TV Kayseri ve Kanal 35 röportajından)

Hz. İsa (a.s) Geldiğinde Hristiyanları Üçleme Yanılgısından Kurtaracaktır

“Kuran’da bir ayet var. Şeytandan Allah’a sığınırım. “Allah Katında Din İslam’dır.” (Al-i İmran Suresi, 19) diyor Allah. Bir din, tam İslam diniyse tamamdır. Ama Hristiyanlıkta teslis inancı var. Teslis inancını Allah şiddetle telin ediyor Kuran’da. Allah’ı üçlüyorlar, böyle bir inanç olmaz. Bu tevhid inancıyla çelişiyor.

‘Allah birdir” denmesi gerekir. “Allah birdir” denmesi çok önemli ve bu konuda şu an çok büyük bir yanılgı içindeler, çok büyük bir hata içindeler. İşte Hazreti İsa (a.s.)’ın nüzulunde putu kırması, domuzu öldürmesi rivayetinin anlamı budur. Yani teslis inancını kaldıracak ve sapkın inançları ortadan kaldıracak, helali haramı Kuran’a göre düzenleyecek demektir.” (Sayın Adnan Oktar’ın 31 Ocak 2009 tarihli Çay TV’de yayınlanan canlı röportajından)

Hz. İsa (a.s.)’ın Ahir Zamanda Geliş Amacı Tüm Hristiyan Dünyasını Kuran Ahlakına Davet Etmektir

“Hz. İsa (a.s.)’ı da seçkin talebeleri, yüksek alimler, yanındaki yüksek alimler imanın nuruyla anlarlar” diyor. Çünkü Hz. İsa (a.s.) halkın arasına karışmayacak. O gizlenmek durumundadır, çünkü nübüvvet iddiası var, yani “ben Peygamberim” diyor. Kitaplı peygamber değil ama, ünvan olarak Peygamber. Ve bunu söylemek durumunda, “ben Hz. İsa (a.s.)’ım, Peygamberim” diyecek. Şu an derse Allah vermesin, akıl hastanesine koymaya kalkarlar, hapsetmeye kalkarlar veyahut öldürmeye kalkarlar. Bu yüzden Allah onu gizliyor. Ve Hz. Mehdi (a.s.)’ın hazırladığı, hazır ortamda onun hürmet ve saygısıyla misafir edilecektir. Geliş amacı Hristiyanları o vesveseden, o tedirginlikten, vicdan azabından kurtarmaktır. Yani “acaba Hz. İsa (a.s.) ne derdi bu konuya?” demesinler diye gelip “ben Hz. İsa (a.s.)’ım ve Kuran’a uyun” diyecek. Ve zaten Bediüzzaman şöyle ifade ediyor, “tereddüt halindeyken, Müslüman olalım mı, olmayalım mı diye tereddüt ettikleri bir dönemde Allah onu gökten indirecek, Hz. İsa (a.s.)’ı” diyor. Ve onun sözüyle de kanaat getirmiş olacaklar. Hz. İsa (a.s.)’a sevgi adına çok büyük bir zulüm yaptılar Hristiyanlar. Bunu ortadan kaldıracak. Teslisi ortadan kaldırıyor. Puta tapınmayı ortadan kaldıracak. Tek Allah inancını onlara kabul ettirecek ve Kuran’a tabi olacaklar. Bununla dünya bitiyor işte son....” (Sayın Adnan Oktar’ın 3 Mayıs 2010 tarihli Adıyaman Asu TV röportajından)

Kuran’da Üçleme İnancının Yanlışlığı Nasıl Haber Verilmiştir?

Birçok Kuran ayetinde üçleme inancının yanlışlığı haber verilmektedir. Örneğin Nisa Suresi’nde Rabbimiz şu şekilde buyurmaktadır:

“Ey Kitap Ehli, dininiz konusunda taşkınlık etmeyin, Allah’a karşı gerçek olandan başkasını söylemeyin. Meryem oğlu Mesih İsa, ancak Allah’ın elçisi ve kelimesidir. Onu (‘Ol’ kelimesini) Meryem’e yöneltmiştir ve O’ndan bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve elçisine inanınız; “üçtür” demeyiniz. (Bundan) kaçının, sizin için hayırlıdır. Allah, ancak bir tek İlah’tır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir. Göklerde ve yerde her ne varsa O’nundur. Vekil olarak Allah yeter. Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sahibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle çekimser kalmazlar. Kim O’na ibadet etmeye ‘karşı çekimser’ davranırsa ve büyüklenme gösterirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzurunda toplayacaktır.” (Nisa Suresi, 171-172)

Üçleme inancında ise (Allah'ı ve Hz. İsa (a.s.)'ı tenzih ederiz) Hz. İsa (a.s.) haşa yaratılmamış ve Allah ile eşit yetkilere sahip bir güç olarak tarif edilir. (Allah’ı tenzih ederiz) Oysa bu yanlış düşünce şekli, Rabbimiz’in peygamberlere vahyettiği tevhid inancının tümüyle karşısında yer alan çirkin bir iftiradır. Maide Suresi’nde Hz. İsa (a.s.)’ın kendisi hakkında öne sürülen asılsız iddiaları reddettiği ise şöyle bildirilmektedir:

“Allah: “Ey Meryem oğlu İsa, insanlara, beni ve annemi Allah’ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin?” dediğinde: “Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledimse mutlaka Sen onu bilmişsindir. Sen bende olanı bilirsin, ama ben Sende olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri (gaybleri) bilen Sensin Sen.”” (Maide Suresi, 116)

İnsanlar için göklerde Hz. İsa (a.s.), yerde ise Hz. Mehdi (a.s.) birer nimettir

“Bakın “Allah’ın, göklerde ve yerdeki sizin emrinize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?”(Lokman Suresi, 20) Göklerde ve yerde. Göklerde Hz. İsa (a.s.) bir nimettir. Yerde de Hz. Mehdi (a.s.) bir nimettir inşaAllah. Ve müminlerin emrindedir ikisi de. Müslümanlara hizmet edeceklerdir inşaAllah ve nimet getireceklerdir. İnsanlara bereket, bolluk getireceklerdir. “Onlara; ‘Allah’ın indirdiğine uyun’denildiğinde, ‘hayır, biz babalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız’ derler.” Şimdi mesela biz bunu diyoruz. “Allah’ın indirdiğine uyun” diyoruz. Ama adamlar, “biz babalarımızı bulduğumuz yola uyarız” diyorlar. “Ya şeytan, onları alevli ateşin azabına çağırıyor idiyse?” diyor Cenab-ı Allah. (Lokman Suresi, 21)” (Sayın Adnan Oktar’ın 22 Mart 2010 tarihli www.harunyahya.tv röportajından)

Üçleme İnancının Dayatılması Nedeniyle Hristiyan Gençler Tek Bir Allah’a İman Edemiyorlar

Hristiyanlığın bir gereğiymiş gibi sunulan üçleme inancı, günümüzde Hristiyan toplumlarda yetişen gençlerin Allah’ın birliğine iman etmelerine de mani olmaktadır. Çünkü gençler küçük yaşlardan beri aldıkları yanlış inanışlarla dolu dini eğitimin neticesinde yanlış bir Allah inancı edinmektedirler. Allah’ı gereği gibi tanımayan, O’nun üstün vasıflarından habersiz olan kimselerin Allah’ın birliğine iman etmeleri şüphesiz ki mümkün olmamaktadır. Nitekim bu yanlış bilgilerin neticesinde gençler ya kendilerine dayatılan inançların geleneksel anlamda bir uygulayıcısı olmakta ya da dinsizliğe yönelmektedirler.

Şüphesiz ki bu durum, Hristiyan toplumlarda üçleme inancını dayatanlara ağır bir sorumluluk yüklemektedir. Doğru olmadığını kendilerinin de bildiği bir inancı sürdürmede ısrarcı oldukları takdirde kendi toplumlarında dinsizliğin giderek yaygınlaşmasına, toplumu oluşturan bireylerin ve özellikle gençlerin manevi dünyalarında büyük ızdıraplar çekmelerine zemin hazırlamış olacaklardır. Bu kişilerin ve kurumların ivedilikle yapmaları gereken, kendi toplumlarına karşı samimi ve dürüst olmaları, İncil’de dahi reddedilen bir inanışı gerçekmiş gibi anlatmaya, buna ilişkin uygulamaları (dualar, semboller) sürdürmeye devam etmemeleridir. Öte yandan günümüzde sıkça rastladığımız Hristiyanlıktan Müslümanlığa yöneliş haberleri dikkatle incelenecek olursa, bu yönelişe vesile olan en önemli faktörlerden birinin, üçleme inancının yanlışlığının farkına varılması olduğu görülecektir. İletişim araçlarının son derece geliştiği günümüzde başta internet olmak üzere televizyon, gazeteler, dergiler, filmler, konferanslar gibi araçlar insanların her konu hakkında bilgi edinmelerine ve araştırma yapabilmelerine olanak sağlamaktadır.

İslamiyet ve Kuran ahlakı hakkında bilgi edinen çok sayıda Hristiyan, Allah’ın birliğine dair delilleri ve üçleme inancındaki çelişkileri de görmekte, bunun neticesinde Allah’ın birliğine iman etmektedirler. Bu durum, İslam ahlakının ve tevhid inancının tüm dünyaya tebliğ edilmesinin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Allah’ın birliğine iman eden Müslümanlara bu konuda önemli sorumluluk düşmektedir. Tüm Müslümanlar imkanları ölçüsünde Allah’ın varlığını, birliğini ve üstün vasıflarını daha geniş çevrelere anlatmayı hedeflemeli, bu amaca hizmet eden çalışmaları desteklemeli ve bunları yaymaya çalışmalıdırlar.

Allah’ın yardımı ve fetih geldiği zaman, ve insanların Allah’ın dinine dalga dalga girdiklerini gördüğünde, hemen Rabbini hamd ile tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir. (Nasr Suresi 1-3)

Bu makale, İlmi Mercek Dergisi 75. sayı (Eylül 2010) 4. sayfada yayınlanmıştır.

Sayın Mahmud Ahmedijenad’ın İstanbul Ziyareti Sırasındaki Açıklamaları

İran, Türkiye, Suriye ve Irak'ın iktisattan kültüre, siyasetten güvenliğe kadar her alanda işbirliğine gitmeleri tabiidir. Zira bu ülkeler aynı kültür havzasına aittir. 

Türkiye'nin ilerlemesini kendi ilerlememiz gibi görüyoruz. Biz Kardeşiz. Aynı Dine Mensubuz. Halkı ve hükümetiyle Türkiye'yi çok seviyoruz. Çok seviyoruz. 

Türkiye ve İran İmkanlarını birleştirerek birbirini tamamlayabilir. İki ülke arasındaki işbirliği büyük bir güç oluşturabilir. Bu güç bölge ve dünya barişinin tesisinde kullanilabilir. İzzet yolunda beraber yürümeye azmedersek bunu gerçekleştirebiliriz. Ne mutlu bize ki bu irade bugün iki ülkede de mevcuttur. 

Biz Türkiye'yi içten seviyoruz. Türkiye ile daima beraber olacağız. 

Sayın Ahmedinejad'ın verdiği bu mesajların İslam Birliği yönünde önemli açıklamalar olduğu Türk basınında da yer aldı. Bunlardan biri Sn.Hakan Albayrak'ın 16 Ağustos 2008 tarihli, "Ahmedinejad'ın Ziyareti: Tarihte Yeni Bir Sayfa" başlıklı yazısı idi: 

"Türkiye'yi ziyaret eden İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad'ın dün İstanbul'da düzenlediği basın toplantısında verdiği bu beyanatlar, yepyeni bir İran-Türkiye Vizyonu'na işaret etmektedir. Bu vizyon, bir muhabbet vizyonudur. Bu vizyon bir stratejik ortaklik vizyonudur. Bu vizyon bir yoldaşlık vizyonudur. Bu vizyon bir ittifak ve hatta bir ittihad (birlik) vizyonudur... Bundan sonra yol, birlik ve beraberlik yoludur. İkili ilişkilerde yaşanan ufak tefek sıkıntılar bu gerçeği asla gölgeleyemez. İran Cumhurbaşkanı, bir Osmanlı camiinde Sünni kardeşleriyle omuz omuza Cuma namazı kılarak tarihte yeni bir sayfa açıldığını müjdelemiştir. Onu sevinç gösterileri ve tekbir sesleriyle karşılayıp uğurlayan cemaat de tarihte yeni sayfanın açıldığını coşkuyla teyit etmiştir. Mübarek olsun." (Hakan Albayrak, Yeni Şafak, 16.8.2008) 



İran'ın en yüksek tirajlı gazetesi Hemşehri'de çıkan bir makalede ise Türk-İslam Birliği'nin önemi ve her geçen gün bu birliğe biraz daha yaklaşıldığı şu şekilde anlatılmaktadır: 



"Ortadoğu, tarihinin en zorlu günlerini yaşıyor, fakat İran-Türkiye-Suriye ittifakı ile bütün krizlerin üstesinden gelebiliriz. Amerika, bu üç ülkenin beraber hareket ettiği hiçbir yerde başarılı olamaz. Irak'ta olamadı işte, Suriye üzerindeki planları da, İran ve Türkiye'nin Suriye'ye sahip çıkması sayesinde suya düştü... Ahmedinejad'ın Türkiye ziyareti, Bölgenin kurtuluşu için elzem (çok gerekli) olan ittihada doğru atılmış tarihi bir adım olacaktır." 


Reuters Röportajı Belçika Basınına da Konu Oldu - 27.06.2008 Belçika/De Morgen

Belçika'nın Flemenkçe olarak yayınlanan ve 55 bin tirajı olan tanınmış günlük gazetelerinden De Morgen, 27 Haziran 2008 tarihinde “Gazetecilerin Gerçeği Bulması Niçin Zorlaşıyor” başlıklı haberinde evrim teorisine ve bu teoriyi çürüten Sayın Adnan Oktar’ın Yaratılış Atlası adlı eserine bir kez daha değindi. Haberde gazetenin daha önce "Evrim Teorisine Karşı En Büyük Komplo" başlığıyla iki tam sayfa özel yer ayırdığı ve Reuters haber ajansının Sayın Adnan Oktar ile yaptığı röportaj vurgulandı. Ayrıca haberde Sayın Adnan Oktar’ın evrim karşıtı, dindar bir kişi olduğu ve Yaratılış Atlası isimli eserinde, canlıların eski halleriyle günümüzdeki halleri arasında hiçbir değişiklik olmadığını göstererek, canlıların evrim geçirmemiş olduğunu anlattığı belirtildi.

dunyadanyankilar.com/

Müslüman Sürekli Olarak Kalbinde Allah'la Beraberdir

Müslüman Sürekli Olarak Kalbinde Allah'la Beraberdir
Müslüman hayatın en önemli sırlarına vakıf olmuş, evrenin yaratılış amacını ve kendisinin bu dünyada neden bulunduğunu kavramış insandır. Dünyanın geçici bir yer olduğunu, Allah’ın takdir ettiği bir zamanda hayatının sona ereceğini bilir ve bu gerçeğe göre yaşar. Her şeyin Allah’ın dilemesiyle gerçekleştiğinin, O’nun dilemesi dışında bir yaprağın dahi düşmeyeceğinin farkındadır. Baktığı her noktada Allah’ı görür, O’nu tesbih eder ve yüceltir. Kalbi sürekli kendisini yaratan ve ona sayısız nimetler bahşeden Rabbimiz'le beraberdir; hiçbir şey onu Allah’ı anmaktan alıkoymaz. Ne yaparsa yapsın, hangi amel ile meşgul olursa olsun, dikkati hep Allah’ta ve O’nun ayetlerindedir. Allah Müslümanların bu özelliklerini bir ayetinde şu şekilde haber vermektedir:

Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek Yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 191)


Elbette bu, Allah’ı çok seven, O’nun rızasını her şeyin üzerinde tutan, O’ndan gereği gibi korkan, dünyadan hiçbir beklentisi olmayıp yalnızca Allah’ın rızasını arayan, kalpleri Allah aşkıyla dolu olanların özelliğidir. Ve hiç şüphe yok ki bu, kişinin tamamen kendi rızasıyla tercih ettiği bir haldir; bilerek, isteyerek, zevkle, aşkla, derin bir istekle Allah’ın rızasını ve ahireti tercih etmenin bir göstergesidir. Kim kalbini Allah’a bağlarsa, O’na yakınlaşmak, imanında olabildiğince derinleşmek ve ahirette Allah’ın rızasına, rahmetine ve cennetine erişmek için çaba sarf ederse, Allah onu bu çabasında başarılı kılacaktır. Allah bir ayetinde bu durumu şu şekilde belirtmektedir:

Kim ahiret ekinini isterse, Biz ona kendi ekininde artırmalar yaparız. Kim dünya ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun ahirette bir nasibi yoktur. (Şura Suresi, 20)

Geri adım atmasını bilmek, hakkından feragat edebilen insan olabilmek...

Genelde insanlar arasında “dediğini yaptırabilen” bir kişi olabilmek önemlidir. Çoğu kimse, bu özelliği gösteren kişilere karşı çok daha fazla saygı duyar. Bu kimselerin, diğer insanların elde edemediği çok önemli bir üstünlüğe sahip olduklarına inanır; gösterdikleri güçlü ve baskın kişilik nedeniyle onlara karşı derin bir hayranlık beslerler.

Oysa ki bu tümüyle çok yanlış bir bakış açısıdır.Çünkü asıl üstünlük, bir kişinin sürekli olarak kendi dediğini yaptırması, her konuda kendini haklı çıkarması ve tek söz sahibi kendisini görmesi değildir. Tam tersine bu, her insanın kolaylıkla yapabileceği bir tavırdır. Nefis insanı zaten bu yönde teşvik etmekte ve desteklemektedir. İnsanın daima kendinden yana tavır alması, nefsin en hoşuna giden şeylerden biridir. Kişinin egosunu, enaniyetini, gurur ve kibrini en çok mutlu edecek davranışlardandır. Dolayısıyla bir insanın sürekli üstün gelmeyi, haklı çıkmayı ve dediğini yapmayı başarmasından dolayı sevince kapılması ve kendini başkalarından daha büyük görmesi çok yersizdir. Aynı şekilde çevresindeki insanların da, böyle bir kimseye saygı ve hayranlık duymaları çok yanlıştır.

Asıl üstünlük, bir kimsenin kendi egosunu, enaniyetini ve gururunu –Allah rızası için- yenebilmesi; kendi nefsinin isteklerindense, Allah'ın razı olacağı ahlakı uygulamayı tercih edebilmesidir. Sürekli olarak kendi dediğini yaptırmanın peşinde olmaktansa, -Allah rızası için- alçakgönüllülükle, tevazuyla hareket edip, başkalarının fikirlerine ve sözlerine de değer verebilmesidir. İşte asıl emek gerektiren ve dolayısıyla da saygı ve hayranlık duyulması gereken ahlak şekli de budur. Çünkü nefse asıl zor gelen de budur.

Bu gerçeği gereği gibi düşünmeyen insanlar, bir ortamda geri çekilen, başkasına öncelik veren, kendinden feragat eden insanların gösterdikleri üstün ahlakı fark etmezler. Bu kimselerin, karşı tarafın üstünlüğü karşısında böyle bir tavır gösterdiklerine inanır; hatta bazen bu insanları‘kişiliksiz’ olarak dahi nitelendirebilirler. Halbuki böyle bir ahlak sergileyen kişi, o sırada Allah korkusuyla hareket etmekte, vicdanını kullanmakta ve Allah'ın en razı olacağını umduğu tavrı uygulamaktadır. Geri adım atmasının sebebi de yalnızca budur. Bunun yerine karşı tarafla haklılık yarışına girip üste çıkmaya; inatla ve ısrarla kendi dediğini yaptırmaya çalışmanın ve tevazudan uzak, kibirli bir tavır sergilemenin Kuran ahlakıyla bağdaşmayacağını bilmektedir. Dolayısıyla ahlak ve vicdan olarak asıl üstün olan da, sözünü geçirten ve dediğini yaptıran kişi değil, Kuran ahlakıyla hareket ederek olgunluk gösteren bu kimsedir.

Kendi dediği yapılan kimse, bu durumdan dolayı sevince kapılır ve kendisiyle gurur duyar. Karşısındaki, geri adım atan, alttan alan ve hakkından feragat ederek onun sözüne uyan kimsenin ahlakındaki olgunluğun ve üstünlüğün ise farkına varmaz. Olayların doğal akışı ve özellikle de kendisindeki üstün kişilik neticesinde bu sonucu elde ettiğini zanneder.

Oysa ki, insanları ve olayları Kuran ahlakıyla değerlendirenler, görünüşte bu kişi galip gelse, onun sözüne uyulsa ve onun dedikleri yapılsa dahi, gerçekte kimin ahlakının ve kişiliğinin daha üstün olduğunu çok açık bir şekilde görürler.

Daha da önemlisi, vicdanını kullanan, tevazu gösteren, hakkından geçen, geride kalmayı kabul eden bir kimse, Allah'ın beğendiği ve razı olacağını bildirdiği ahlakı göstermiş olur. Dolayısıyla dünyada insanlar tarafından fark edilmese, üstün tutulmasa ve takdir edilmese dahi, hiçbir şekilde bir kayba uğramış olmaz. Tam tersine inşaAllah, Allah Katında ve ahirette Rabbimiz'in rızasını kazananlardan olması umulur, ki asıl üstünlük de zaten budur.