Hatadan sonra yaşanan pişmanlık nasıl olmalıdır...

Hiç kimse hata yapmak istemez. Ama bu, dünya hayatındaki imtihanın önemli bir parçasıdır. İnsan pek çok konuda hata yaparak eğitilir ve çoğu zaman da, o hataları bir daha yapmamaya ancak bu şekilde karar verir.

Hata, insanın bir parçası olduğuna göre, insanın bu konuyu da kapsamlı olarak düşünüp kendini bu duruma hazırlaması gerekir: ‘Bir hata yapıldığında, hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’, ‘insanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması, Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olur?’, ‘Kuran'a göre hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıldır?’, ‘hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’, ‘insan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli o hatanın ezikliğini yaşamalı mıdır?’, ‘bir insan o hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’, ‘hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’

Allah Kuran'da insanlara tüm bu soruların kesin cevaplarını vermiştir. Dolayısıyla insan bir hata yaptığında, hayatının bundan sonrasında bu konuyu nasıl değerlendirmesi gerektiğini Kuran'a göre belirlemelidir.

‘Bir hata yapıldığında, o hatadan vazgeçmek nasıl olmalıdır?’

Allah'tan korkan bir insan, kendisine yaptığı yanlışın doğrusu hatırlatılır hatırlatılmaz hiç gurur yapmadan tavrını değiştirir. Bu, bir Müslüman için çok önemli bir mümin alametidir. Eğer anladığı halde anlamazdan gelirse, bile bile doğru tavrı göstermekte ağırdan alırsa, bu da onun şüpheli bir insan olduğu imajını verir. Çünkü Allah korkusu, bir insanın yanlış bir tavır içerisinde olduğu halde bunu sürdürmesine izin vermez. ‘İnsanlar ne düşünür?’, ‘küçük düşer miyim?’, ‘tavrımı hemen değiştirmekle hatamı kabullenmiş konumuna gelir miyim?’, ‘insanlara karşı itibarım zedelenir mi?’, ‘böyle yaparsam gururumu kırmış olur muyum?’ gibi insanlara yönelik hesaplar içerisine girmez. O anda yalnızca Allah Katındaki konumunu düşünür. Allah'ın rızasına uygun olmayan bir tavırdan vazgeçip, Allah'ın beğeneceği bir tavır göstereceğini bilerek sevinçle hatasını terk eder.

İşte hatadan vazgeçmek bundan ibarettir. Karmaşık bir şey yoktur. Uzun uzun günlere, haftalara yayılması gereken bir durum yoktur. Yapılan hata her ne kadar büyük olursa olsun, insanın vazgeçmeye karar vermesiyle birlikte, Allah'ın en razı olacağı tavrı uygulamaya başlamasıyla birlikte, -Allah'ın izniyle- o hata da ortadan kalmış olur.

Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir.(Al-i İmran Suresi, 135)

‘İnsanın, yaptığı hatadan dolayı Allah'a sığınması ve Allah'tan bağışlanma dilemesi nasıl olmalıdır?’

Allah Kuran'da, ‘samimi olan kullarının kurtuluşa ereceğini’ bildirmiştir (Hicr Suresi, 40). Dolayısıyla bir hata yapıldığında, o insanı Allah'a en yakınlaştıracak olan şey de samimiyettir. Allah'a ne kadar temiz, samimi ve dürüst bir kalple yöneliyorsa, hatasını da o kadar iyi anlamış ve o kadar derinden pişman olmuş demektir. Eğer bu hata, o kişinin, Allah'ın huzurundaki aczini ve Allah'a olan muhtaçlığını çok daha iyi kavramasına vesile olmuşsa, bu da o kişinin samimiyetinin bir göstergesidir. Yaptığı hatadan dolayı Allah'tan saygıyla korkup sakınıyorsa, hesap gününde bu tavrından sorumlu tutulmaktan korkuyorsa, acz içerisinde Allah'ın lütfuna ve affediciliğine sığınıyorsa, Allah'ın izniyle Kuran ahlakına uygun bir ahlak içerisinde demektir. Böyle bir insan, Allah'ın tevbesini kabul etmesi ve kendisini affetmesi için can-ı gönülden dua eder. Bir daha aynı hatayı tekrarlamamak için Allah'a kendi içinden çok samimi olarak söz verir.

Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah, bağışlayandır, esirgeyendir. (Maide Suresi, 39)

Ancak tevbe edenler, (kendilerini ve başkalarını) düzeltenler ve (indirileni) açıklayanlar(a gelince); artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben, tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim. (Bakara Suresi, 160)

Kötülük işleyip bunun ardından tevbe edenler ve iman edenler; hiç şüphesiz Rabbin, bundan (tevbeden) sonra elbette bağışlayandır, esirgeyendir. (Araf Suresi, 153)

‘Kuran'a göre, hatadan pişmanlık duymanın ölçüsü nasıl olmalıdır?’

‘Hata yapan insanın suçluluk duygusu içerisinde olması gerekir mi?’

‘İnsan yaptığı bir hatayı düzelttikten sonra unutmalı mıdır, yoksa sürekli olarak o hatanın ezikliğini yaşamalı mıdır?’

İman etmeyen insanlar ile Allah'tan korkan müminlerin hata karşısında yaşadıkları rahatsızlık çok farklıdır. İman etmeyen kimi insanlar, bir hata yaptıklarında, üzerinde tek bir saniye dahi düşünmeden umursuzlukla hayatlarına devam edebilirler. Ne Allah'a karşı bir pişmanlık hissi, ne telafi etme isteği, ne hatadan vazgeçme arzusu ne de bir daha tekrarlamamak için tedbir alma ihtiyacı içinde olurlar.

Müminler ise çok hassas bir vicdana sahiplerdir. Vicdanlarına uymayan en küçük bir tavır bile, manen bu durumdan müthiş rahatsız olmalarına neden olur. Allah'tan saygıyla korktukları için, Allah'ın razı olmayabileceği bir tavır göstermiş olma ihtimallerinden dolayı ciddi şekilde tedirgin olurlar. Ancak bu rahatsızlıklarını ve tedirginliklerini yine Allah'a sığınarak, Kuran ahlakıyla hareket ederek ortadan kaldırırlar. Cahiliye insanlarında olduğu gibi, tedirgin oldukları için ruhsal bir bunalıma girmezler. Hatalarını duygusal bir bakış açısıyla değerlendirip üzüntüye, sıkıntıya, karamsarlığa ya da umutsuzluğa kapılmazlar. Bu tedirginlikleri, onlarda yalnızca çok derin ve şiddetli bir pişmanlık hissi oluşturur. Ancak bu, ‘şeytani’ değil, ‘rahmani bir pişmanlık’tır.

Kimi cahiliye insanları ‘pişmanlık’ denilince bunun, ‘insanın içine kapanması, çevresindeki insanlardan uzaklaşması, bitmeyen bir suçluluk hissiyle yaşaması, bunalıma girmesi ve hayatının geri kalanında sürekli olarak bu hatasının acısını çekmesi’ olduğunu sanırlar. İşte bu ‘şeytani bir pişmanlık’ şeklidir. Ve bu pişmanlığın devamında, o hatanın düzeltilmesi de söz konusu değildir. Sadece şirke dayalı bir pişmanlığın sıkıntısı yaşanır.

Müminler ise yaşadıkları derin pişmanlık ile birlikte, çok üst bir samimiyet elde ederler. -Allah'ın izniyle-, Allah'a daha da yakınlaşırlar, Allah'a daha da derinden dua ederler. İman coşkuları, Kuran ahlakını yaşamaktaki kararlılıkları, Allah'a olan bağlılıkları, ahirete olan inançları, Allah korkuları çok daha fazla artar. Her konuda çok daha iyi olmak için çok daha samimi kararlar alır, çok daha fazla çaba harcayacak bir şevk ve enerji kazanırlar.

Cahiliye insanları, herşeyi Allah'ın yarattığını düşünmedikleri ve kadere iman etmedikleri için, hayatlarının sonuna kadar yaşadıkları pişmanlık hissinden ve suçluluk duygusundan kurtulamazlar. “Eğer şöyle yapmamış olsaydım, bugün bu durumlar oluşmazdı”, “Şu kişi bana şöyle yapmamış olsaydı, ben şimdi çok farklı bir durumda olurdum” gibi, halihazırdaki durumlarına hiç bir faydası olmayacak varsayımlar üzerinde düşünüp, üzülüp dururlar.

Müminler ise her hatalarından ders alırlar. Onlar da, “Şimdiki aklım olsaydı asla öyle düşünmezdim ya da öyle davranmazdım” derler ama olayların, Allah o şekilde dilediği için ve kaderde o şekilde olması gerektiği için öyle gerçekleştiğini hiç unutmazlar. Defalarca aynı tarihe döndürülseler, her seferinde de olayların aynı şekilde gerçekleşeceğini bilirler.

Dolayısıyla müminlerin yaşadığı pişmanlıkta ‘şirk yoktur’. Kendilerini kınarken, nefislerini eleştirirken ve yaptıklarından dolayı pişmanlık duyarken, bunların tümünün kaderde olduğu için o şekilde gerçekleştiğini unutmazlar. Bu nedenle de cahiliye insanlarında olduğu gibi, ‘kurtulamadıkları bir suçluluk hissiyle yaşamazlar’. Yaşadıkları pişmanlık da, “Nasıl yaptım?”, “Neden yaptım?”, “Keşke yapmasaydım...” gibi Kuran dışı mantıklara dayalı değildir. Herşeyin, yalnızca Allah öyle dilediği için yaratıldığının şuurundadırlar. En büyük hataları da yapmış olsalar, en büyük zararlara da yol açmış olsalar, tüm bunları Allah'ın yarattığını, hepsinin kaderin bir parçası olduğunu ve hepsinde insanlar için pek çok hayır ve hikmet olduğunu bilirler. Bu nedenle de o hatadan sonrasındaki hayatlarını suçluluk ve eziklik hisleri içerisinde geçirmezler. Hem Allah'tan korkarak hem de Allah’ın rahmetini umarak, samimi olduklarını bilerek, ellerinden gelenin en iyisini yapmak için sürekli olarak çaba harcarlar.

Elbetteki yaptıkları hataları unutmazlar. Ancak bu ‘unutamamalarından’ kaynaklanmaz. İmanın ve Allah korkusunun bir gereği olarak, hataları, müminlerin çok daha iyi olmalarına vesile olur. Müminler de hatalarını işte bu sebeple unutmazlar. Bir konuda belki bir kez hata yaparlar ama hayatlarının sonuna kadar o hatayı hatırlarında tutarak, o olaydan aldıkları dersten istifade ederek benzer bir tavır göstermekten sakınırlar.

Cahiliye insanları ise tevekkül edemedikleri, kadere ve Allah'ın herşeyi hayırla yarattığına inanmadıkları için, hatalarını unutmayı isteseler de başaramazlar. Hayatlarının sonuna kadar hep o hatalarının etkisinde kalarak; onun suçluluğu ve ezikliğiyle yaşarlar.

Doğrusu, temizlenip arınan felah bulmuştur;(A’la Suresi, 14)

(Savaştan) Geri bırakılan üç (kişiyi) de (bağışladı). Öyle ki, bütün genişliğine rağmen yeryüzü onlara dar gelmişti, nefisleri de kendilerine dar (sıkıntılı) gelmişti ve O’nun dışında (yine) Allah’tan başka bir sığınacak olmadığını iyice anladılar. Sonra tevbe etsinler diye onların tevbesini kabul etti. Şüphesiz Allah, (yalnızca) O, tevbeleri kabul edendir, esirgeyendir. (Tevbe Suresi, 118)

‘Bir insan o hatayı bir daha tekrarlamamak için nasıl tedbirler almalıdır?’

Allah insana akıl, vicdan, irade ve muhakeme gücü vermiştir. Samimi olan her insana, bu özelliklerin kapısı sonuna kadar açılır. Gönülden iman eden, Allah'tan saygıyla korkan bir insan, yaptığı hatanın ardından, aklı ve vicdanıyla, eksik ve kusurlu olduğu yönlerini tüm detaylarıyla görüp kavrar. Allah korkusundan kaynaklanan güç ve iradeyle bu konuda müthiş bir titizlik gösterir. Karşısına çıkan her olayla elinden gelenin en iyisini yapmaya, Kuran ahlakına en uygun ahlakı uygulamaya çalışır. Allah'ın razı olmayacağı ahlaktan sakınmada çok kararlıdır. Vicdanının uyarılarına hemen kulak verir. Kuran'a uygun olmayacağını gördüğü bir tavırda bulunmaktan hemen Allah'a sığınıp sakınır.

Bu insan yalnızca daha önce yaptığı hatalardan ders almakla kalmaz, aklını ve vicdanını kullanarak yapabileceği muhtemel hataları da düşünüp önceden değerlendirir. Nefsini bu yönde gözden geçirir; eksik olduğu yönlerini tespit eder ve bu konularda kendisini önceden eğitmeye çalışır. Çevresindeki insanların tecrübelerinden, hatalarından, hatırlatmalarından da ders alır. İnsanları iyi, kötü, güzel ve eksik yönleriyle iyi analiz eder; ve gördüğü kusurları, kendisi daha o hataya düşmeden, kendi üzerinde kontrol edip düzeltir. Kuran'da bildirilen ayetler doğrultusunda, her insanın nefsinde bulunan eksiklikleri öğrenir. Bunların Kuran'da bildirilen çözümlerini tespit eder ve kendi nefsini bu şekilde eğitir.

Nefsinde özellikle belirli bir konuda bir sorun tespit ediyorsa; özellikle bir konuda nefsinin azgın olduğunu hissediyorsa, bu durumda da o konu üzerinde ‘ihtisas çalışması’ yapar. Örneğin tespit ettiği eksiklik gurursa, nefsini iyice ezip eğittiğine samimi kanaati gelene kadar, gururunu ezecek davranışlarda bulunur. Öfkeye karşı bir eğilim hissediyorsa, sürekli olarak alttan almanın, hoşgörülü, ılımlı, affedici olmanın denemelerini yapar. Kıskançlığa yatkın olduğunu düşünüyorsa, nefsini ezip hep önceliği başkalarına veren, onları onore eden, onları önplana çıkaran tavırlara yönelir.

Eğer bir insan, bu kadar samimi bir gayretle kendini eğitmeye çalışıyorsa, Allah'ın izniyle Rabbimiz ona bu samimiyetinin karşılığını hem dünyada hem de ahirette verecektir. Allah nefsine karşı o kişiye yardım edecek ve umulur ki samimiyetle yaptığı hatalarını inşaAllah bağışlayacaktır.

Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden başkasını yüklemez. (Kişinin nefsinin) Kazandığı lehine, kazandırdıkları aleyhinedir. "Rabbimiz, unuttuklarımızdan veya yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bize, bizden öncekilere yüklediğin gibi ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet. Bizi bağışla. Bizi esirge, Sen bizim Mevlamızsın. Kafirler topluluğuna karşı bize yardım et." (Bakara Suresi, 286)

‘Hatanın telafisi nasıl olmalıdır?’

Bir hatanın en güzel telafisi, yine ‘Allah'a karşı olan samimiyettir’. Allah'a karşı samimi olan bir insan, Allah'ın izni ve yardımıyla çevresindeki insanlara karşı da tavrını en güzel şekilde telafi edebilir. Çünkü Allah'tan korkup sakınan bir insana Allah, hatasını telafi edebileceği en güzel imkanları ve fırsatları yaratır. Allah korkusu o kişinin yüzünde derin bir nur ve samimiyetle ortaya çıkar. Allah'tan korkan bir müminin yüzündeki bu samimi ifade, çevresindeki insanlara güven vermek ve kalplerinde sevgi, saygı oluşturmak için yeterlidir. Dolayısıyla en etkili telafi, müminin kendi kalbinde Allah'a karşı olan samimiyetiyle elde edebileceği telafidir.

Elbetteki mümin hangi konuda hatalı bir tavır gösterdiyse, bunun tam tersi eylemlerle, güzel söz ve tavırlarla da bu güveni, saygıyı ve sevgiyi sürekli olarak beslemeli, hatasından samimi olarak pişman olduğunu ve Allah'tan korktuğunu Kuran ahlakına uygun tavırlarıyla müminlere göstermelidir.

Güzellik yapanlara daha güzeli ve fazlası vardır... (Yunus Suresi, 26)

Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Furkan Suresi, 70)

İşte bunlar; yaptıklarının en güzelini kabul ederiz ve kötülüklerinden geçeriz; (bunlar) cennet halkı içindedirler. (İşte bu,) Onlara va'dolunan doğru bir vaaddir. (Ahkaf Suresi, 16)

... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir. Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

Harun Yahya: Endonezyalı Müslümanlar Altın Çağa Hazırlanıyor - 16.01.2009 Endonezya/Din İşleri Bakanlığı Sitesi

Endonezya Din İşleri Bakanlığı 16 Ocak 2009 tarihli resmi internet sayfasında,“Harun Yahya: Endonezyalı Müslümanlar Altın Çağa Hazırlanıyor” başlıklı bir haber yayınladı. Haberde Endonezya devlet haber ajansı Antara'nın Sayın Adnan Oktar'la gerçekleştirdiği röportajdan kesitler yer aldı.

Bu yazıdan öne çıkan satırlar şöyle oldu:

Tüm dünyada Harun Yahya müstear ismiyle tanınan Türk entelektüel Dr. Adnan Oktar Endonezyalı Müslümanlara, kendilerini gelecek on yıl içerisinde altın çağı karşılamaya hazırlamalarını söyledi.

Türkiye, İstanbul'da Boğazın yanındaki konutunda Cumartesi günü Antara ile yaptığı özel röportajda, "Eğer birlik olup bölünmezseniz, inşa'Allah Asya'daki İslami rönesansın merkezi Endonezya olacak. Biz de Türkiye'de, aynı "rönesansı" Avrupa için gerçekleştiriyoruz." dedi.
Harun Yahya saygıdeğer bir Müslüman aydın ve Türk toplumunda İslamı yayma mücadelesinde temel bir role sahip. "İslam şimdiden Türkiye'de ve tabi ki Endonezya'da yükseliyor." dedi.

Harun Yahya (temsilcileri) iki yıl önce Uluslararası İslam Entellektüelleri Konferansında Endonezya'yı ziyaret etmiş ve Endonezya'da güçlü olan İslami anlayış ve uygulamanın büyümesine şahit olmuşlardı… İslamiyet hakkında yüzlerce kitap yazmış ve DVD'ler hazırlamış olan ve eserleri bir çok dile çevrilmiş olan Harun Yahya, "Şimdi ülkenizdeki parti atmosferi hala bölünmüş gözüküyor, inşaAllah gelecekte Allah için birlik olunacak." dedi.

Endonezya'daki, Türkiye'deki ve dünyanın herhangi bir yerindeki Müslümanların terörizm, şiddet ve anarşi ile değil; demokratik yollarla güç kazanma mücadelesi yapması gerektiğinin önemini vurguladı. "İslami prensipler demokrasiyle uyumludur. Bu demokratik vasıtalarla mücadele edelim." diye tavsiye etti…

"Müslümanların çoğunluğu ılımlılığı ve barışı sever. Terörizm ve şiddet İslam'ın ruhu değildir." dedi… Hakimiyetleri boyunca Osmanlı sultanlarının Hıristiyan ve Musevilere karşı çok toleranslı olduklarını söyledi.
Endonezya ve Türkiye terörizmi yenmede ve Batıda İslam'dan korkulması meselesinin üstesinden gelmede önemli bir rol oynayabilir. Bu meselelerdeki önyargı ve yanlış anlaşılmaları engellemek için kampanya yapmalılar.
Dr. Harun Yahya "Misyonumuz batının gerçek İslamı anlaması, yanlış anlamamasıdır." dedi.

Güzel bir erdemi sözlerle anlatıp yüceltmek kolaydır. Önemli olan, bunları uygulamak söz konusu olduğunda irade gösterebilmektir.

Çoğu insanda rastlanabilen önemli bir özellik vardır: Konuşmak söz konusu olduğunda, pek çok insan bir konu hakkında olabilecek en güzel sözleri söyler; en doğru, en akılcı tavırlarda bulunmak gerektiğini anlatırlar. Olması gereken en iyi ahlakın ne olduğu hakkında hiçbir detay atlamadan en mükemmel sözleri söylerler. Kendilerinin de, bu en iyi, en doğru, en güzel ve en mükemmel olanı yapmayı hedeflediklerini ve bunda da çok kararlı ve istekli olduklarını anlatırlar.

Ancak çoğu zaman, bu anlatılanları uygulamak söz konusu olduğunda, aynı insanlar sözlerindeki istek ve kararlılığı nedense tavırlarına yansıtamazlar. Bir anda en doğru, en iyi ve en mükemmelden kolaylıkla tavizler verirler. Kısacası sözleriyle tavırları birbirini tutmaz. Kimi zaman tavırlarında, sözlerinde anlattıklarından hiç eser dahi yoktur.

Aslında her insan, bir konuda yapılması gereken en doğru ve en isabetli tavrın ne olduğunu bilecek şekilde yaratılmıştır. Allah her insanın vicdanına en iyiyi ve en doğruyu ilham eder. Dolayısıyla her insan, her şartta yapılması gereken en güzel tavrın ne olduğunu bilmektedir. Ve istediği takdirde, vicdanının kendisine gösterdiği bu doğruluğu, sözlerine de en mükemmel şekilde yansıtabilir.

Ancak işte insanın içten içe bildiği bu doğruları bir de uygulama safhası vardır. Bu noktada insan yine vicdanıyla başbaşa kalır. Çok iyi bildiği doğrular ile, nefsine ve çıkarlarına daha uygun olan tavırlar arasında bir tercih yapmak durumundadır. Ve çoğu insan bu noktada, doğrulardan yana değil, kendi isteklerinden, rahatından ve menfaatlerinden yana tavır koyar. Öncesinde iyilikten yana ne kadar istekli, kararlı ve şevkli olursa olsun, uygulama anı geldiğinde, bu yüksek ahlakı hayata geçirmede irade gösteremez.

İnsanlarda görülen bu ahlak eksiklikliğine dair günlük hayatın içinden pek çok örnek vermek mümkündür. Örneğin her insan, zor durumda kalan muhtaç birine yardım edilmesi gerektiğini bilir ve bunu tüm ayrıntılarıyla vurgulayarak savunur. Hatta bu kimseler, bu ahlakı uygulamayan insanlar hakkında ciddi şekilde kınayıcı açıklamalar yaparlar. ‘Kendileri söz konusu olsa, mutlaka mazlumdan yana tavır koyacaklarını’ anlatırlar. Ancak aynı şartlar kendi başlarına geldiğinde, bu erdemli tavır konusunda irade ve kararlılık gösteremezler.

Sözgelimi trafikte kazayla bir yayaya çarptıklarında, ya da bir başkasının çarpıp kaçtığı yaralanmış bir kimseyi gördüklerinde, çok hızlı bir ‘nefis, menfaat ve vicdan muhasebesi’ yaparlar. Bu yaralı insana sahip çıkmanın kendilerine getireceği zarar ve tehlikeleri düşünür ve vicdanen üzerlerine düşen sorumluluktansa, kendi açılarından oluşacak riskleri daha önemli görürler. Ve hiç tereddüt etmeden bu kişiyi sokak ortasında bırakıp giderler.

Aynı şekilde dürüstlüğün öneminden bahsetmek söz konusu olduğunda, hemen her insan bu konuda da çok çarpıcı açıklamalarda bulunurlar. Ama hayatlarının pek çok aşamasında, bu konudan da kolaylıkla taviz verebilirler. Örneğin yakın bir dostlarını korumak söz konusu olduğunda, tanımadıkları bir kişinin ezilmesine hiç düşünmeden göz yumabilirler.

İnsanların çoğu zaman büyük bir kararlılıkla konuşup, sonrasında kararlılık gösteremedikleri konuların bir kısmı da genellikle kendileriyle ilgilidir. Kişiliklerindeki, ahlaklarındaki ve tavırlarındaki yanlışlıklar hakkında çok net konuşmalar yaparlar. Bunların yanlışlığını ne kadar iyi gördüklerini belirtir, kendilerini değiştirmeleri gerektiğini anlatırlar. Eksik yönlerinin yerine uygulayacakları güzel davranışları bütün detaylarıyla açıklarlar. İlk fırsatta, bambaşka bir insan olarak, en güzel ahlakı ve en mükemmel kişiliği göstereceklerini anlatırlar. Hatta yakınlarına bu konuda çok samimi ve yürekten sözler verirler. Ancak bu noktada da, çoğu insan anlattığı doğruları hayata geçirme konusunda kararlılık gösteremez.

Örneğin kumar ya da içki alışkanlığından dolayı hayatı perişan olan, büyük borçlar altına giren, sahip olduğu herşeyi kaybeden, çevresinde dostu yakını kalmayan bir insan, büyük bir pişmanlıkla bu bağımlılıklarını kesin olarak terk edeceğini anlatarak insanların affediciliğine sığınır. Ancak bu alışkanlıklarına geri dönebileceği imkanları ilk elde ettiği anda, verdiği bütün sözleri unutarak, koşarak eski hayatına döner.

Aynı şekilde söylediği yalanlar dolayısıyla başına tehlikeli işler açan bir insan, yaptığının yanlışlığını görerek, yalanın kötülüğü üzerine çok samimi konuşmalar yapar. Bir daha yalan söylememek için gerçekten de ciddi kararlar alır. Ancak nefsiyle ilk çatıştığı ve ilk zorlandığı anda tekrar hemen yalana sığınır.

Bunun gibi, çok sinirli olan bir insan da her ne kadar zorlayıcı bir ortamla karşılaşırsa karşılaşsın asla sinirlenmemeye gayret edeceğine söz verir. Ya da çok kibirli, ben merkezci ve kendinden başkasının sözüne uymayan, herkesin yalnızca kendisine saygı duymasını isteyen ters mizaçlı bir insan da, bu kötü huylarını kesin olarak terk edeceğini anlatır. Bunların kötülüğünü ve bunun yerine uygulanması gereken güzel ahlakın önemini dile getirir. Benzer şekilde tartışmacı bir insan da, karşısına ne tür bir durum veya ne tür insanlar çıkarsa çıksın, kimseyle iddialaşmayacağına, tartışmayacağına, alttan alıp hoşgöreceğine, yatıştırıcı bir ahlak sergileyeceğine söz verir. Ve tüm bu örneklerdeki insanlar, yanlış olan bu tavırlarından sıyrılıp güzel ahlak gösterme konusunda ne kadar şevkli olduklarını samimiyetle dile getirirler. Ancak ne var ki, yine uygulama anı geldiğinde, insanlar sanki bu samimi analizleri hiç yapmamışçasına kendi kişiliklerini tüm eksiklikleriyle tekrardan ortaya koyarlar.

İşte tüm bu örneklerde anlatılan insanların, uygulamada başarısız olmalarının önemli bir sebebi vardır: ‘Allah korkusunun eksikliği’...

Bir insanın, kötü olanı terk edip, bunun yerine iyi olan tavrı istikrarlı ve kararlı bir şekilde uygulamasını sağlayabilecek şey, yalnızca insanın ‘Allah'tan içi titreyerek saygıyla korkup sakınması’dır.

Aksi takdirde insanları kendi çıkarlarını tercih etmelerinden alıkoyabilecek, kendi nefislerinin istekleri doğrultusunda hareket etmelerini engelleyebilecek itici bir güç yoktur. Konuşmak her insan için çok kolaydır. Hatta çoğu zaman o kişiyi insanlar arasında yüceltecek bir fırsattır. Bu nedenle her insan ‘iyiliğin ne olduğu’ konusunda çok çarpıcı konuşmalar yapabilir. Ama mühim olan ‘sadece konuşan değil, aynı zamanda da uygulayan insan olabilmek’tir.

Allah Kuran'da ‘uygulamada kararlılık gösterebilme’nin daha hayırlı olduğunu şöyle bildirmiştir:

İtaat ve maruf (güzel) sözdü. Fakat iş, kesinlik ve kararlılık gerektirdiği zaman, şayet Allah'a sadakat gösterselerdi, şüphesiz onlar için daha hayırlı olurdu. (Fussilet Suresi, 21)

Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah Katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti). (Saf Suresi, 2-3)

Allah her insana doğruyu ilham etmektedir. Ancak nefis ve şeytan, doğruyu uygulamaktan alıkoymak için insanı türlü bahanelerle kandırmaya çalışır. İnsanın iyiyle kötü arasında karar vermesini gerektiren kısa bir an vardır. İşte o anda, içinde bir yerlerde bir ses kendisine, “Şöyle yap” diye iyi olanın ne olduğunu mutlaka hatırlatır. Nefsi de diğer yandan ona, “Ama bu daha önemli” diyerek insanı kötü olana çağırır. İnsan o anda hızla bir karar verip bu seslerden birini seçer. İşte Allah'tan çok korkan insan, vicdanından gelen sesi duymazdan gelemez. Nefsi ne kadar zorlarsa zorlasın, o anda kendi menfaatlerini ezmekten dolayı canı ne kadar yanarsa yansın, mutlaka vicdanının gösterdiği doğruyu uygular.

Kuran'da müminlerin bu derin Allah korkuları ve bunun sonucunda ulaştıkları güzel ahlak şöyle haber verilmiştir:

Ey iman edenler, Allah’tan korkup-sakınırsanız, size doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)

Sen ancak, zikre (Kur’an’a) uyan ve gayb ile Rahman olan (Allah’)a (karşı) içi titreyerek korku duyan kimseyi uyarırsın. İşte böylesini, bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele. (Yasin Suresi, 11)

Mü’minler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman yürekleri ürperir. O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını arttırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.(Enfal Suresi, 2)

(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten ‘tutkuya kaptırıp alıkoymaz’; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı (dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)

Kafanıza Takılan Önemsiz Konuları ''Bir Kaç On Yıl Sonrasına'' Erteleyin...

İnsan bazen küçük konuları gereğinden fazla büyütür. Ehemmiyetsiz olduğu halde sıradan bir konuyu, o an için hayatının en önemli konusu olarak görür. Dikkatini bu duruma verdikçe, o küçük konu, gözünde giderek daha da büyümeye ve kendisine daha da fazla rahatsızlık vermeye başlar.
Bir bakış açısıyla bakılırsa, bu konu gerçekten de bir yönüyle kişinin hayatını etkileyen bir önem taşıyabilir. Ama bir başka bakış açısıyla bakılacak olursa da, o konu diğer önemli meselelerin yanında dünyadaki bir toz tanesi kadar önem taşımaz.

İnsan bunu içerisinde bulunduğu o anda fark edemez belki. Ama bu gerçeği anlamanın şöyle bir yolu vardır: Şu anda geçmişe dönüp bir düşünecek olursanız, bundan on yıl önce kafanıza takılan konuların hiçbirini hatırlamadığnıı görürsünüz. Hatta o kadar geriye gitmeye bile gerek kalmaz. Bundan sadece bir sene, hatta birkaç ay, birkaç hafta öncesine gittiğinizde bile, gün içinde sizi rahatsız eden, neşenizi, huzurunuzu kaçıran, sizi sessizleştirip içinize kapanmanıza neden olan, insanlardan uzaklaştıran, hayatınızı çok derinden etkilediğini ve etkilemeye de devam edeceğini sandığınız konuların hiçbirini hatırlamazsınız. Ama hatırlasanız da önemli değildir. Çünkü o zamanlar hayatınızı kökten etkilediğini sandığınız o konu, artık sizi hiç rahatsız etmiyordur. En fazla bir kaç saniye içinde bir anı gibi aklınızdan geçip gider.

Peki o on sene, birkaç ay ya da birkaç hafta öncesinden geriye elinizde kalan ne olmuştur? İşte asıl bu sorunun yanıtı, hayatınızı kökten ve derinden etkileyecek olan gerçektir. Geriye sadece Allah ile olan yakınlığınız, Allah'a olan sevginiz, sadakatiniz, bağlılığınız ve Allah'ı hoşnut etmek için gösterdiğiniz ihlas, samimiyet, salih amelleriniz ve azminiz kalmıştır. Eğer on sene önce Allah'ı düşünerek, Allah'ın sevgisini umarak güzel ahlak gösterdiyseniz; küçük ya da büyük bir sıkıntı ya da zorlukla karşılaştığınızda Allah'a sığınıp güzel ahlakta kararlı davrandıysanız, o gününüz dünyada ve ahirette inşaAllah sizin için büyük bir nimete dönüşmüştür. Ve ahirette de size sevinç ve nimet getirecektir.

İşte on sene öncesini düşündüğünüzde apaçık bir şekilde görünen bu gerçeği, yaşadığınız an içeresinde de unutmamak çok önemlidir. Eğer şu an içinde kendinize baktığınızda kafanıza takılan küçük ya da büyük çeşitli konular varsa, ileride de bunların büyük ölçüde bir önemi olmayacağını unutmayın. O halde şu an için karşınıza sizi rahatsız eden bir konu çıktığında da, “ ben bu konuyu birkaç ya da 5-10 sene sonrasına erteliyorum. Bu konuyu o zaman düşüneceğim” diyerek bir kenara bırakın. O zaman geldiğinde, Allah'ın izniyle, gerçekten de o konunun bir önemi kalmamış olacağını göreceksiniz.

Çözümde En Etkin Unsur İslam Kardeşliği

Kral Karadeniz ve Adıyaman Asu TV, 07 Aralık 2009

Adnan Oktar: Bizim Güneydoğu’daki vatandaşlarımız dünya iyisidir, Kürt kardeşlerimiz. Yani çok çok yüksek ahlaka sahiptirler. Bilmiyorum, gidenler var mıdır? Mesela Urfa, Siirt, Mardin şahane güzel ahlaka sahiptir buranın insanları, maşaAllah, bütün Anadolu’muz gibi, misafirperverliklerine hayret edilecektir. Haysiyetine, şerefine düşkün, onurlu, dürüstlüğe düşkün ve konusunda dürüst ve samimi, Allah’tan çok korkan, takva, bütün ulema, eyliyanın hep büyük bölümü oradan çıkmıştır, Said Nursi Hazretleri dahil. Biliyorsunuz, Selahattin Eyyubi Hazretleri de Kürt’tü, Kürt asıllıydı. Ama onlar benim için hepsi canım, ciğerim kardeşimdir. Yani ben Kürdü, Lazı, Çerkezi, Lazı benim için hepsi Türk’tür. Bu vatanda olan herkes benim kardeşimdir ve hepsi Türk’tür. Dolayısıyla hiç tedirgin olmasınlar, onları böyle olumsuz yönde etkilemeye çalışan hareketler var, böyle kahpe hareketler var, onları küçük düşürmeye yönelik, onları haşa kendilerince güya aşağılamaya yönelik hareketler var, onlara hiç aldanmasınlar. Çünkü onu yapanlar kendilerini de aşağılıyorlar, kendileri aşağılıklar. Onlar tertemiz mübarek, müberra insanlar ve kardeşlerimiz. Biraz sabırlı olurlarsa, birbirlerini çok sevsinler, korusunlar. Devlete sadakatleri, ALLAH’A, KİTABA SADAKATLERİNİ GÜÇLENDİRSİNLER, KURAN’A SIKI SIKIYA SARILSINLAR, BİLGİLERİNİ ARTIRSINLAR ÇOK ÇOK GÜZEL ŞEYLER OLACAK. Biraz beklerlerse 2011, 2012, 2013 teker teker dediklerimin doğru çıktığını görecekler inşaAllah.

GAZETE HABERİ

Türkiye’nin en önemli meselelerinden birinin Kürt sorunu olduğunu dile getiren Saadet Partisi Genel Başkanı Başdanışmanı Abdulbaki Erdoğmuş, “Sorun her geçen gün derinleşmektedir ve çözüm İslam kardeşliğindedir” dedi. Erdoğmuş ayrıca “İslam kardeşliği dinde kardeşliktir. Renkleri, dilleri, kabile ve coğrafyaları farklı ancak bir tarağın dişleri gibi eşit sayılanların kardeşliğidir. Buna kim itiraz edebilir?” dedi.

Sevginin çok önemli bir alameti: ''Sevdiğine kıyamamak''...

Güzel ahlaklı, vicdanlı, akıllı, kişilikli bir insan doğal olarak herkes tarafından çok sevilir. İnsan böyle bir kişiye karşı duyduğu sevginin gücünü çoğu zaman kendinden sanır. Halbuki bu durum daha çok, ‘karşıdaki kişinin sevilecek özelliklerinin çok güçlü olması’ndan kaynaklanır.

Eğer sevginin gücü, seven kişinin sevgi derinliğinden kaynaklanıyor olsa, mutlaka bunu ispatlayacak deliller de olması gerekir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de kişinin‘sevdiğine kıyamaması’dır. Eğer bu yönde bir titizliği ve hassasiyeti yoksa, o zaman o kimsenin sevgisinin gücü de samimiyeti de şüpheli hale gelir.

Bir insan eğer sevdiği kişiyi -Allah rızası için- kendi nefsinden önde tutuyorsa; onu her türlü tehlikeden koruyorsa; ona zarar verecek her türlü şeyden sakınıyorsa; ona zarar vermektense kendi zarar görmeyi tercih edebiliyorsa; onun sağlığını, rahatını, huzurunu, konforunu kendininkilerden önde tutabiliyorsa; onu kıracak, rahatsız edecek tek bir sözü dahi söylemekten sakınıyorsa; kendi nefsinin isteklerindense onun isteklerini öncelikli görebiliyorsa; kendi fikirleriyle onunkiler çatıştığında ondan yana tavır koyabiliyorsa; haklı olduğu halde, onu haklı kendini haksız çıkarabiliyorsa; enaniyetiyle gururuyla karşı karşıya kaldığında karşısındaki kişiyi yüceltip kendi nefsini ve gururunu ezebiliyorsa; anlayamadığı bir şey olduğunda da, yine de ona hüsn-ü zan edebiliyorsa, şüphe duyduğunda ona olan sevgisinden dolayı bu şüpheleri yenebiliyorsa; her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın ona kırılmıyor, darılmıyor, küsmüyorsa; tam tersi gibi görünen olaylar olsa da, onun ahlakından emin olabiliyorsa; o kişinin adaletinden, sevgisinden, şefkatinden, vicdanından, güzel ahlakından, güvenilirliğinden hiç şüphe duymuyorsa; ona karşı olan sevgisinde, saygısında -gününe göre değişmeksizin- istikrar gösterebiliyorsa; işte o zaman bu kişinin gerçek sevgiyi yaşadığından bahsedilebilir.

İnsanın sadece ‘ben çok seviyorum’ deyip, sonrasında bu sevginin gerektirdiği bu derin ahlakı gösterememesi, o kişinin sevgisindeki inandırıcılığı da azaltır.

Çünkü gerçek sevginin en önemli özelliklerinden biri insanın ‘sevdiğine kıyamaması’dır. Ve burada tarif edilen anlayışta bir sevgi de ancak iman ile yaşanabilir. İman etmeyen bir insan sevgide bu kadar fedakar olamaz. Bu ancak Allah sevgisinden kaynaklanan bir sevgide; yani kişinin karşısındaki kimseyi ‘Allah'ın bir tecellisi olarak sevmesi’yle mümkün olabilir.‘Allah'ın tecellisi olarak sevmek’; ‘bir insanın, karşısındaki kişide Allah'ın üstün ahlakının güzel örneklerini ve tecellilerini gördüğü için o kişiyi tercih etmesi ve sevmesi’ demektir. Bir insanda bu güzel ahlak özellikleri ne kadar çoksa, o insan o kadar çok sevilir.

Eğer bir kimse karşısındaki kişiyi Allah rızası için ve Allah'ın tecellisi olarak değil de, nefsen uygun bulduğu için tercih ediyorsa, bunun adı zaten gerçek anlamda ‘sevgi’ değildir. Ve doğal olarak da, sevginin getireceği şartların oluşması mümkün değildir. Böyle bir sevgi anlayışında ne tek taraflı bir düşkünlük, ne fedakarlık, ne hoşgörü, ne anlayış, ne affedicilik, ne de güvenden bahsedilemez. Allah'tan korkmayan bir insana güven duyulamaz. Bu kişinin iç dünyasında ne düşündüğünden, ne kararlar aldığından, neler hissettiğinden ve dürüstlüğünden hiçbir zaman emin olunamaz. Bu yüzden de, bu gerçeği bilen her iki taraf da hiçbir zaman birbirlerine karşı böyle güzel bir sevgi duyamaz ve bu sevginin gerektirdiği ahlakı gösteremez.

Gerçek sevgi, Allah'ın yalnızca gerçek Müslümanlara lütfettiği bir nimetidir. Ruhunda bu sevgiyi bilen, bu anlayışı iyi kavrayan insanların bu büyük nimeti olabilecek en güzel şekilde yaşayabilmeleri için de işte bu ‘sevdiğine kıyamama’ ahlakını almaları çok önemlidir. Bu bakış açısı, sevgiyi sürekli olarak besleyecek, güçlendirecek ve derinleştirecek çok önemli bir vesiledir.

Evrim Teorisinin Çöküşü Rusya Gündeminde - 23.01.2008 Ukrayna/Vlasti.net

Ukrayna’da kıdemli gazeteciler tarafından hazırlanan, Rusça haber sitesi Vlasti.net, 23 Ocak 2008 tarihinde, daha önce tanınmış Rus gazetesiKomsomolskaya Pravda'da da yayınlamış olan “Evrim Teorisinin Çöküşü Rusya Gündeminde” başlıklı habere yer verdi. Haberde bilim adamlarının Allah’ın delillerini gördükleri, etrafımızdaki Dünya'nın kendiliğinden var olmadığı, aksine bilinçli bir Yaratıcı tarafından özel olarak yaratıldığı kanaatinde oldukları vurgulandı. Allah'a imanın artması olarak görülen bu değişime sebep olarak ise, Sayın Adnan Oktar’ın kitaplarının etkisi gösterildi. Ayrıca yazarın çalışmaları ile ilgili şöyle bildirildi:

"Darwin doğruyu söylemiyor muydu?" başlığının ardından şöyle bildirildi:

Rusya'daki bazı blog siteleri kısa bir süre önce, internetteki "Evrim Teorisinin Çöküşü" adlı ilgi çekici bir çalışmayı tartışıyorlar. Yazarı, Türkiye'den Bilim Araştırma Vakfı Başkanı Adnan Oktar. Bu kitap birkaç sene önce basılmış; 13 dile çevirilmiş ve 54 ülkede yayınlanmış. Kitabın konusu ve amacı –Darwinizmin sahtekarlıklarını ortaya çıkartmak…

Eğer Darwin’in teorisi yanlışsa, bu durumda Oktar’ın bana ulaşan kitabıyla beni ikna ettiği gibi, evrenin tek yaratıcısı ve evrendeki yüce akıl, yalnız Allah olabilir...

Doktor Oktar şöyle yazıyor:

"Darwin zamanında canlıları ilkel mikroskoplarla inceliyorlardı, teori daha çok Darwin"in hayal gücüne dayanıyordu. O zamanlarda DNA ve genetik bilgi konusunda insanlığın hiçbir bilgisi yoktu." Günümüzde, bilim adamları tesadüfi süreçler yerine, bir Yaratıcı’nın etkisini buluyorlar.

''Akıl beğenme hastalığı''ndan kurtulmanın yolları...

Çoğu insanın farkında olmadan yakalandığı, adı konulmamış çok önemli bir hastalık türü vardır: Bu, insanın, “aklını aşırı derecede beğenmesi ve dünyada herşeyden, herkesten çok kendi aklına güvenir hale gelmesi”dir.

Böyle bir insan, çevresindeki her olayı çok iyi kavradığını, her insanı çok iyi tanıdığını zanneder. Her konuda olabilecek en doğru analizleri kendisinin yaptığına inanır. Herkes hakkında kendine göre belirli teşhisleri vardır. Ve bunların olabilecek en isabetli teşhisler olduğundan kesin emindir. Kim ne derse desin, olaylara ve insanlara başka bir bakış açısından bakabilmesi mümkün olmaz. Böyle bir aşamada, bir konuda o kişiye ne açık deliller sunulması ne de mantıklı açıklamalar yapılması fayda vermez. Bu kişi sadece kendi bildiğine inanır, kendi bildiği gibi düşünür ve kendi bildiğini uygular.

Bir an için bile olsun, “olaylara, insanlara ve yaşadıklarıma bir başka bir bakış açısıyla bakayım” demez. Kendinden çok emindir. Olayların bambaşka anlamları olabileceğinden, insanların tavırlarının çok farklı amaçlar taşıyabileceğinden en ufak bir şüphe dahi duymaz. Olayların, kendi gördüğü kısmı gibi, göremediği kısımları da olabileceğini düşünmez. İlk gördüğü kadarıyla, olaylar ve insanlar hakkında kesin ve peşin hükümler verir.

Bu tür kimselerin bir başka önemli özellikleri ise, kendi çıkarımlarını zaman içerisinde sürekli olarak daha da pekiştirmeleridir. Herşeye kendi bakış açıları ve önyargılarıyla baktıkları için, kendilerine göre bu yönde sahte deliller bulmakta da hiç zorlanmazlar. Giderek kendilerinden başka hiç kimseyi dinlemeyecek ve manen hiçbir gerçeği göremeyecek kadar körleşirler. Bu manevi korlük sonucunda da, kendilerini nasıl yanlış bir yola ve nasıl tehlikeli bir sona doğru sürüklediklerini fark edemeyecek hale gelirler.

Tüm bunların sonucunda da gerçek anlamda “akıllı” olma vasıflarını kaybederler. İyiyi kötü, kötüyü iyi; güzeli çirkin, çirkini güzel, doğruyu yanlış, yanlışı doğru algılamaya başlarlar. Kendilerine iyilik olarak yapılan bir tavrın altında art niyetli bir tavır olduğundan emir olurlar. Ya da kendilerine gösterilen güzel bir tavrın ardında başka bir amaç olduğu kanaatine varırlar. Hiçbir kusur bulamadıkları normal bir tavra ise, “suni ve doğal olmadığı” yakıştırmasını yaparlar. Ahiretlerine fayda verecek, nefislerini eğitecek bir yaklaşımı, kendilerince adaletsiz, merhametsiz, sevgisiz bir tavır olarak nitelendirirler. Daha güzel ahlaklı olmalarına vesile olacak bir olayı, aleyhlerinde zannederler. İnsanların yüzlerine bakarak, anlamlar çıkarırlar. Sözlü olarak hiçbir şey duymadıkları halde, sırf bakışlarından, insanların kendileri hakkında olumsuz bir kanaatleri olduğuna inanırlar. Bunlar gibi daha pek çok konuda yaptıkları pek çok teşhis vardır. Karşılarındaki insanlar ne kadar aksi yönde açıklama yaparlarsa yapsınlar, bu kimseleri doğru düşünmeye ikna edemezler.

İnsanlar, içerisine düştükleri bu durumun zararını ve tehlikesini ilk başlarda o kadar iyi kavrayamazlar. Oysa ki bu, önlem alınmadığı takdirde insanı dünyada da ahirette de yıkıma sürükleyebilecek çok tehlikeli bir hastalıktır. İnsanı sürekli olarak mutsuz eden, isabetsiz düşündürten, isabetsiz kararlar aldırtan, insanlardan uzaklaştıran, güzel olan hemen herşeyi yıkıp tahrip eden bir bakış açısıdır.

Böyle bir duruma gelen bir kişinin yapması gereken; aklını, teşhislerini, analizlerini, çıkarımlarını bir kenara bırakıp tümünü unutmaktır. Kendini Allah'a, Kuran'a, Allah'ın yarattığı kadere tam teslim etmeli, her yaşadığı olaya Allah'a güvenle, tevekkülle yaklaşmalıdır. Kuran'ı rehber edinmeli, her teşhisini, her analizini Kuran'a göre yapmalıdır. İmanlarına ve akıllarına güvendiği müminlerin öğütlerine tam tabi olmalı, kendisine yapılan Kuran ahlakına dayalı her çağrıya kulak vermelidir. Aklına, mantığına ne kadar aykırı gelirse gelsin, bu öğütlere hiç bir şekilde karşı açıklamalar getirmemelidir.

Diğer yandan insanın, aklından bu kadar emin hale gelmesinden, içinde duyduğu bu büyüklük hissinden dolayı Allah'tan korkup sakınması ve hemen Allah'a sığınması gerekir. Çünkü insan Allah'ın verdiği çok sınırlı bir akla sahiptir. Acz içindedir. Kendinden bu kadar emin olmasına yol açacak hiçbir özelliği yoktur. Böyle bir büyüklük hissi ve kendinden eminliğin, şeytanın bir aldatmacası olduğu açıktır. Bu nedenle şeytanın oyununu en hızlı ve en kesin şekilde bozmalı, mutlaka Allah'tan, Kuran'dan ve müminlerden yana tavır almalıdır.

Kuran'da yer alan “Allah'a karşı haksız yere büyüklenme” ile ilgili ayetleri düşünmeli, bu ahlakın getirebileceği pişmanlık dolu sondan Allah'a sığınmalıdır.

Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden engelleyeceğim.Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu (rüşd yolunu) da görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan gafil olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)

Ona ayetlerimiz okunduğunda, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak (müstekbirce) sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver. (Lokman Suresi, 7)

"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)

Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)

Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile tesbih edenler ve büyüklük taslamayan (müstekbir olmayan)lar iman eder. (Secde Suresi, 15)

İnsanların En Büyük Korkularından Birisi : Yalnızlık

İnsanların büyük bir çoğunluğunun en önemli korkularından biri, günün birinde yalnız kalmaktır. Çocukluk yıllarının hemen ardından tüm hayatları, hep bir gün yapayalnız kalacakları endişesiyle geçer. Bu korku tıpkı insanın yarınını merak ettiği gelecek endişesi, parasız, işsiz kalacağı endişesi, kendince önem verdiği değerlerini kaybedeceği endişesi ve bunun gibi dünya hayatına yönelik yaşadığı korkularını kapsayan endişeler gibidir. İleride bir gün ailesini, arkadaşlarını, dostlarını, çocuklarını, komşularını, sevdiklerini bir şekilde kaybedecekleri, onlardan ayrı ve uzak kalacakları, böylece yalnız olacakları düşüncesi kafalarının bir köşesinde daima yer alır. İnsanların büyük bir kesiminin yaşadığı bu korkunun temelinde, günün birinde tek başına ölmek fikrine karşı duyulan korku da vardır.

Böyle insanların genelde, “kalabalık bir ailem olsun”, “çevrem geniş olsun”, “çok fazla arkadaşım olsun” düşüncesiyle, yaşadıkları bu tedirginliğe suni çözümler aradıklarına tanık oluruz. Sürekli kalabalık yerlere gitmek, çevrelerinde fazla sayıda insan bulunmasını sağlamak, yeni ve çok sayıda arkadaş edinmek isterler. İnsanın fazla sayıda arkadaşının, dostunun olmasını istemesi son derece normaldir, ancak bunu yalnızlıktan kaçmak için bir kaçış yolu olarak benimsemek; olayların aslını ve batınını düşünmemek, gerçeklere karşı gözlerini kapayıp, Allah’tan uzak olarak yaşamak yanlış bir ruh halidir.

Hayatı boyunca muhatap olduğu her şeyi ve herkesi Allah’ın yarattığını, her şeyi karşısına çıkaranın Allah ve gerçek dostunun sadece Allah olduğunu bilen bir insan böyle korkulardan uzaktır.

Dünyanın en kalabalık yerinde de olsa, binlerce kişinin ortasında da bulunsa aslında Allah'ın sonsuz gücü karşısında yalnız olduğunu bilir. Allah’ın sonsuz varlığının her yönden kendisini sarıp kuşattığını unutmaz. Çevresindeki kalabalık görüntüsünü Allah'ın yalnızca bir imtihan olarak yarattığının şuurundadır. Hangi görüntüyle muhatap olursa olsun; ister kalabalık ister ıssız bir yerde bulunsun, daima Allah ile birlikte olduğunun bilincindedir. Bir ayette Allah bu gerçeği şöyle bildirmiştir:

“Allah'ın göklerde ve yerde olanların tümünü gerçekten bilmekte olduğunu görmüyor musun? (Kendi aralarında gizli toplantılar düzenleyip) Fısıldaşmakta olan ÜÇ KİŞİDEN DÖRDÜNCÜLERİ MUTLAKA O'DUR; BEŞİN ALTINCISI DA MUTLAKA O'DUR. BUNDAN AZ VEYA ÇOK OLSUN, HER NEREDE OLSALAR MUTLAKA O, KENDİLERİYLE BERABERDİR.Sonra yaptıklarını kıyamet günü kendilerine haber verecektir. Şüphesiz Allah, herşeyi bilendir.” (Mücadele Suresi, 7)

Bir başka ayette ise Allah, insana şahdamarından bile yakın olduğunu Kuran-ı Kerim’de şöyle bildirmektedir:

“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler vermekte olduğunu biliriz. BİZ ONA ŞAHDAMARINDAN DAHA YAKINIZ.” (Kaf Suresi, 16)

Allah şuur sahibi insanlara, bu önemli gerçeği anlayacakları vicdanı vermekte ve bu önemli gerçeği hissedecekleri olaylar yaratmaktadır. Bir insan düşünün; ne kadar kalabalık bir arkadaş ve dost çevresine sahip olursa olsun, çevresinde ne kadar coşkulu insanlar bulunursa bulunsun, eğer kalbi Allah ile birlikte değilse, Allah’ın kendisini sarıp kuşattığının bilincinde değilse ve Allah’ın kendisine her şeyden çok yakın olduğunu düşünmüyorsa, kendisini dünyanın en yalnız insanı hissedecektir.

Oysa bir insanı tek başına, hiç kimseyi ve hiç bir şeyi göremeyeceği bir odaya kapatsalar dahi, eğer kalbi Allah ile birlikteyse, Allah’ın sonsuz kudretiyle kendisini sarıp kuşattığını, her an yanında olduğunu bilip hissediyorsa, asla yalnızlık duygusunun vereceği ruh halini yaşamaz. Arkadaşlarının, dostlarının, ailesinin Allah’ın birer tecellisi olduğunu ve her birinin Allah dilediği için yaratıldıklarını bilir. Allah’ın tecellilerine karşı duyduğu sevgi ve özlemin gerçek sahibi Allah’tır. insanı asıl mutlu edecek olan, Allah’ın sonsuz varlığı ve daimi yakınlığıdır. Allah Kuran’da bir ayetinde şöyle bildirmektedir:

“ALLAH, KULUNA YETERLİ DEĞİL Mİ? Seni O'ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa, artık onun için bir yol gösterici yoktur.” (Zümer Suresi, 36)

Diğer bir ayette ise Allah, iman edenlerin dünyadaki dostlarının da, Allah'ın tecellileri olarak, Allah'ın elçileri ve Allah'ı seven ve Allah rızası için yaşayan salih müminler olduğunu bildirmiştir:

Sizin dostunuz (veliniz), ancak Allah, O'nun elçisi, rüku' ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir. (Maide Suresi, 55)

İnkar eden kimselerin yalnızlıktan duydukları korku tümüyle dünyevi korkulara dayanmaktadır. Müminlerin bu tür korkuları yoktur. Ancak iman eden kimseler de asla yalnızlığı istemezler. Hiçbir zaman için yalnızlığı, müminlerle birlikte olmaya tercih etmezler. Ama onların bu isteği, tümüyle Allah rızasını kazanmaya, Kuran ahlakını yaşamaya ve ahirete yöneliktir.

Mümin, Allah'ın dünyada yarattığı en güzel nimetlerdendir. Dolayısıyla bir Müslüman da, hiçbir zaman için müminlerden uzakta yalnız başına kalmak istemez. Allah'a gönülden iman eden kimselerin hepsiyle samimi dostluk kurmak, birlikte olmak mümin için çok önemli bir ibadet ve çok güzel bir nimettir.

Bir olayı olumsuzdan yola çıkarak halletmeye çalışmak, çoğu zaman yapıcı değil yıkıcı etki oluşturur.

... Şüphesiz iyilikler, kötülükleri giderir.

Bu, öğüt alanlara bir öğüttür. (Hud Suresi, 114)

Şeytanın kullandığı yöntemlerden biri de insanları olumsuz konuşmaya teşvik etmesidir. Şeytanın bu telkini altına giren bir insan, bazı durumlarda olumsuz konuşmanın son derece gerekli ve faydalı olduğuna inanır. Hatta pek çok konuyu halledebilmek için bir olayın olumsuz yönlerinin de irdelenmesinin zaruri olduğunu düşünür. Ancak bu doğru değildir.

Bir konuda ilerleme kaydetmek ve daha yapıcı sonuçlar elde etmek isteyen bir insanın, geçmişteki ya da halihazırdaki var olan olumsuzyönleri, olumsuz şartları dile getirmesi, tam tersine kişilere zarar verip yıkıcı etki de yapabilir. Kişi o an için meydana getirdiği bu sonuçların farkına varmayabilir. Ama aslında olumsuzlukları tekrar tekrar dile getirmesiyle çevresine olduğu kadar, kendisine de zarar verir. Anlattıklarıyla kendisine daha derin telkinler yaparak, olumsuzların gerçekliğine kendisini daha da kesin bir şekilde inandırır.

Bu bakış açısındaki insanın bir de şöyle bir düşüncesi vardır: “eğer olumsuzu gizlersem gerçekçi davranmamış dürüst olmamış olurum. Gerçekte zaten var olan bir şey bu. Bunu dile getirsem de getirmesem de bu zaten var. Bir de söze dökmenin ekstradan daha ne olumsuz etkisi olabilir ki? Ayrıca var olan bir olumsuzluğu gizlersek; sanki hiç yokmuş, hiç olmamış gibi davranırsak, üzerini örtersek, o zaman onu nasıl ortadan kaldırırız? Nasıl çözeriz? O zaman o olumsuzluk her zaman zeminde var olmaya devam edecek, gizliden gizliye sürüp gidecektir. Bu yüzden ben gerçekçi ve dürüst davranıp, yıkıcı da olsa olumsuzlukları mutlaka dile getirmeliyim.”

İşte bu da çok yanlış bir düşüncedir. Dürüstlük, doğruculuk, gerçekçilik demek sürekli olumsuzlukları dile getirmek değildir. Aynı sonucu almanın çok daha güzel, daha hikmetli, etkili, faydalı ve yapıcı yolları da vardır.

Makbul olan, olumsuzu hiç dile getirmeden, onun çözümü olacak olan olumlusunu konuşmaktır. Bu, bir konuyu hallederken her iki tarafa da olumlu telkin yapacak, olumlu sonuca ulaşılmasını hızlandıracak ve olumlu temelleri güçlendirecek bir ahlaktır. Olayların sürekli olumsuz yönleri üzerinde durmak ise, ortada sanki bir açmaz varmış telkini verir. Adeta aşılması ve unutulması mümkün olmayan, kişilerin hayatları boyunca peşlerini bırakmayacak, üzerlerine ilişmiş, kalıcı hasarlarmış gibi bir hipnoz etkisi yapar. Oysa olumsuz yönler, dile getirilmediği ve onları giderecek olumlu tedbirler alındığı takdirde, hızla yok olur ve eriyip gider.

Allah Kuran’da, “iyiliklerlerin kötülükleri gidereceğini” bildirmiştir (Hud Suresi, 114). Bu Allah'ın kesin bir adetullahıdır. Asla değişmez. Kesin bir gerçektir. Ve mutlaka bu şekilde sonuç verir. Dolayısıyla sürekli olumlusunu konuşan, olumludan yana tedbirler alan ve olayları hayır gözüyle, pozitif yaklaşarak değerlendiren ve uygulayan bir insan, Allah'ın izniyle ortadaki olumsuzluklardan hızla sıyrılıp kurtulacaktır.

Ayrıca sürekli olumlusunu söylemek, gerçekte durum hakikaten zahiren olumsuz gibi görünse dahi, mutlaka olumlu telkin yapar. Gerçekte o şekilde olmasa bile, öyleymiş gibi taraflara o konuyu halletmede cesaret, huzur, güven ve yapıcı hareket edebilme gücü verir.

Bu şekilde hareket etmek, dürüstlükten uzaklaşmak, gerçekleri gizlemek değildir. İnsan eksik, kusurlu ve hatalı yönleri içten içe elbetteki bilir. Ama bunu sürekli konuşmak yerine, bunun tedbirlerini alarak üzerine gider ve Allah'ın izniyle de çözüme kavuşturur.

Şöyle kısa bir örnekle de bu durum açıklanabilir: İnsan çok korkacağı, ürkeceği bir durumla, gerçekten huzursuz ve tedirgin olacağı şartlarla karşılaşabilir. Ve içinde de bu hisleri yoğun olarak yaşayabilir. Ama her ne olursa olsun, “Ben çok korktum, çok ürktüm, çok huzursuz ve tedirginim” diyerek bu olumsuz hisleri dile getirmez. Çünkü bunları söylemenin kişiye de, karşısındakilere de bir faydası olmaz. Aksine kişilerin tedirginlikleri bu tarz bir üslupla giderek daha da artabilir. Bunun yerine cesaretlendirici, güven ve huzur verici, yapıcı, destekleyici konuşmalar yapmak, ve bu yolla olumsuzları yenmeye çalışmak çok daha etkili, faydalı ve hikmetli bir yaklaşımdır.

Bunun gibi, insanın günlük hayatında karşısına çıkan diğer tüm olayları da bu bakış açısıyla değerlendirip çözmeye çalışması son derece önemlidir. Bu en başta, Kuran'ın bize gösterdiği ahlakın bir gereğidir. Allah Kuran’da insanlara, “sözün en güzelini söylemelerini” emretmiştir (İsra Suresi, 53). İşte bu nedenle olumsuzu söylemeyip, daima olumludan yana konuşmak, Allah'ın izniyle şeytanın oyununu bozacak; olayların olabilecek en güzel şekilde sonuçlanmasına vesile olacak en hayırlı en etkili yöntemlerden biridir.

“Kullarıma, sözün en güzel olanını söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan insanın açıkça bir düşmanıdır.”(İsra Suresi, 53)

Adnan Oktar Canlı Yayında (20 Ekim 2010)

20 Ekim 2010 Çarşamba
22:00 - 00:00 TV Kayseri - Samsun AKS
00:30 - 02:00 Kaçkar TV

CANLI YAYIN

TV Kayseri: T3A 12729 V 30000 Fec: 5/6
Samsun AKS TV: T2A 12130 V Batı 27500 5/6
Kaçkar TV frekans: 12130 27500 V Fec: 5/6

Canlı yayını izleyebileceğiniz yerel kanallar:
Mardin Kanal 47, Ankara Beypazarı Seyelan TV, Sakarya Kanal 54, Adana Ceyhan CRT

Tüm canlı yayınları Mavi Karadeniz Radyo 106.4 frekansından dinleyebilirsiniz.

İnternet sitesi:
HarunYahya.TV ve HarunYahya.FM

Macintosh kullanıcıları (dilerlerse Windows veya Linux kullanıcıları da) film gösterim programlarında link yerine mms://yayin.harunyahya.tv/HarunYahyaLive
ekleyerek izleyebilirler.

Sorularınızı ahirzamansohbetleri@hotmail.com adresine gönderebilirsiniz.

Ölüm anında bile adamlık dinini uygulayabilmek, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir ibret vesilesidir

Ölüm, insanın, var olduğunu zannettiği tüm gücünü yitirdiği, Rabbimiz'in karşısındaki zavallığını, muhtaçlığını, aczini kamil anlamda ve olabilecek en açık şuurla kavradığı andır. Normal şartlarda bu apaçık gerçekle yüzleşen bir insanın, o ana kadar her nasıl bir ahlak yaşamış olursa olsun, büyük bir sevgi, saygı ve acz ile Allah'a teslim olması umulur. Samimiyetin olabilecek en üst derinliğine ulaşması, imanı ve iman ahlakını olabilecek en iyi şekilde yaşaması beklenir.

Ancak kimi zaman bu konuda, iman edenlerin büyük bir ibret vesilesi olarak gördükleri, olağandışı durumlar oluşur. Dayanılması çok zor sıkıntılar yaşayan, tedavisi mümkün olmayan ve onulmaz acılar yaşatan hastalıklara yakalanan ve hatta ölümüne çok az süre kaldığı tıbben kesinleşmiş olan bazı insanlar, değil aczlerini hissedip Allah'a sığınmak, -Allah'ı tenzih ederiz- çok çirkin bir cesaret ve imani şuursuzluk örneği sergilerler. Ölümün yakınlığını görüp Allah'a sığınmak; iman edip ahireti düşünmek yerine, dünya hayatına olan bağlılıklarında direnirler. İman eden insanların, büyük bir hayret ve ibret ile izledikleri bu kimseler, aynı zamanda da Allah'ın Kuran'da haber verdiği ayetlerin çok önemli tecellileridir.

Elbetteki bu, “adamlık dini” olarak ifade edilen, sadece dünyayı esas alan; yalnızca dünyaya ve insanlara göre yaşamayı hedef alan hayat şeklinin, kişiyi sürüklediği en uç ve en boş, en akılsızca ve en büyük pişmanlığa yol açacak olan evresidir.

Müminlerin, ibret alarak imanlarının artmasına, Allah'a daha da derin bir saygıyla bağlanmalarına ve aczlerini daha da iyi hissetmelerine vesile olan bu insanların örneklerine hemen hemen her gün gazetelerde, haberlerde ya da toplumda rastlamak mümkündür. Örneğin dünya ortalamasında sağkalım oranı yaklaşık 20 - 30 ay olan bir kanser türünde, -Allah'ın lütfuyla- kansere yakalandığı halde 10-20 yıl daha hayatını sürdürebilen bir insanın, bu durumuna şürkedip, her geçen gün Allah'a daha da yakınlaşması; ahiret için daha da samimi çaba harcaması beklenirken, böyle bir kişi, hayatını, son anına kadar dine ve inananlara karşı mücadeleyle geçirebilmektedir. İçerisinde bulunduğu onca acz ve sıkıntıya rağmen, belki de bir an olsun, Allah'ın üzerindeki rahmetini düşünmemekte; yaşadığı tüm güzellikleri ona verenin yalnızca ve sıkıntılarını giderecebilecek tek gücün Yüce Rabbimiz olduğunu takdir edememektedir. Ölmesinin an meselesi olduğunu, Allah'ın huzuruna varacağını ve kendisini kurtarabilecek Allah'tan başka hiçbir güç olmadığını çok iyi kavradığı halde, bile bile imandan yüz çevirmektedir.

Aynı şekilde hiç ummadığı bir anda ölümcül bir kanser türüne yakalandığını ve birkaç aylık bir ömrünün kaldığını öğrenen bir kişi, -Allah’ın gücüne, kudretine, merhametine sığınması beklenirken-, çirkin bir cesaret ile dinsizliğini, inançsızlığını daha da iyi vurgulamaya çalışmakta; halen hem kendisine hem çevresine dinsizliğin tebliğini yapabilmektedir. Bu tavrının nedeni sorulduğunda ise, “Sırf öleceğim diye dindar olmam” ya da “Her canlı bir gün ölümü tadıyor; mühim olan insanın, ölüme kadar nasıl bir hayat geçirdiği” gibi şuursuz konuşmalar yapabilmektedir.

Bir daha asla geri dönemeyeceği dünya hayatından elinde sadece son birkaç ay kalmıştır. Ancak buna rağmen bu son birkaç ayını, sevgiyle, samimiyetle; iyilikten, güzellikten, doğrulardan yana birşeyler yaparak geçirmek yerine, isyan, öfke ve çirkin cesaret ile tüketmektedir. Ve bunun ne kadar boş bir çaba ve ne kadar büyük bir kayıp olduğundan; ve sonrasında nasıl telafi edilemez, derin bir acı ve pişmanlığa dönüşeceğinden habersizdir. Kendince insanları şaşırtacağını, ilgi çekeceğini, ölümden ve ahiretten yana duyduğu korkuyu tamamen gizleyebildiğini düşündüğü marjinal ve uç konuşmalar yapması, bu kişiye ne dünyada ne de ahirette fayda sağlayacaktır. Yüzyıllardır ölümden hiçkimse kaçamamıştır. Bugünden sonra da kimse kaçamayacaktır. Kendince –Allah'ı tenzih ederiz- ölüme, ahirete meydan okuyan konuşmalar yapması, o kişiyi güçlü ve bağımsız hale getirmeyecektir. O kişi, yine Allah'ın yarattığı bir kul olmaktan başka bir şey olamayacaktır. Ve Allah'ın dilediği gün, dilediği saniye, dilediği yerde kesin olarak ölecektir. Aynı şekilde, etrafına yaptığı “cennetin, cehennemin olmadığı” şeklindeki konuşmalarla da ahiretten kaçamayacaktır. Allah, bu kişiyi gösterdiği çirkin cesaretten ve Allah'a karşı gösterdiği enaniyet ve kibirden dolayı cezalandıracaktır. Dolayısıyla bu kimsenin elinde kalan tek şey, sonsuza kadar yaşayacağı pişmanlık olacaktır.

Yine doktorların birkaç saat içerisinde öleceğini söyledikleri ve ciğerleri ancak solunum cihazlarıyla zar zor çalışabilen bir başka kanser hastası, bu son saatlerini, kendisini, hastanedeki hasta yatağından atarak, solunum cihazlarını yüzünden söküp çıkarmaya çalışarak geçirmektedir. Vücudunun iflas etmesi, solunum organlarının tamamen çökmesi sebebiyle gerçekten çok acı çektiği, her geçen saniye ölüme biraz daha yaklaştığı anlar, o kişinin Allah'a sığınması, Allah'ın gücünden başka hiçbir güç olmadığını anlaması ve Allah'ın merhametine sığınıp tevbe etmesi için çok özel yaratılmış, çok kıymetli vakitlerdir. Ölümüne artık dakikalar kalmıştır. Ama bu kişi, bu gerçeği görerek Allah'a teslim olmak, acz içinde Allah'a sevgiyle bağlanmak yerine, yine isyanı tercih etmektedir. O anda asıl olarak hedefi, yalnızca o saniyeler içinde yaşadığı acıdan kurtulabilmenin yolunu bulabilmektir. Oysa yaptığı bu tercih ile, ne bir saniye, ne bir saat, ne bir yıl; sonsuza kadar onulmaz acılara dayanmak zorunda kalacağını göz ardı etmektedir.

Dünya hayatında iman edenler için ibret vesilesi olan bir başka insan türü de, ölümleriyle, cenazeleriyle ya da mezarlarıyla övünen kişilerdir. Bu kimseler bu konuları da, acizliklerini, Allah'a olan muhtaçlıklarını anlamak için birer vesile olarak değil de; dünya hayatında giriştikleri yarışta insanlara hava atabilmenin, üstün çıkabilmenin bir yolu olarak görürler. “Çok iyi bir yerde, deniz manzaralı, boğaza nazır bir mezar satın aldım. Benim mezarım herkesinkinden daha iyi. Öldükten sonra da çok iyi bir yerde olacağım” gibi sözlerle insanlara sükse yapabildiğini sanır. Ölümden sonra da çok iyi bir yerde vakit geçireceği aldatmacasıyla kendisini avutmaya çalışır. Halbuki ister deniz kenarında, ister dünyanın en şaşalı, en lüks, en görgemli yerinde gömülsün; mezar taşları dünyanın en pahalı taşlarıyla, elmaslarla, pırlantalarla, zümrütlerle, yakutlarla bezensin, toprağın altında bedeninin alacağı hal bellidir. Ve bu gerçekten tek bir insan bile kaçamayacaktır. Vücudu çok kısa bir süre içerisinde çürüyüp kokuşacak; kimsenin bir saniye bile olsun görmek veya yanında durmak dahi istemeyeceği bir varlığa dönüşecektir. Kimse o kişinin, ne ne kadar ihtişamlı bir mezara sahip olduğunu ne de mezarının konumunu düşünmeyecektir. Ahirette ise, mezarının hangi semtte, hangi mevkide bulunduğu, ne kadar para harcanarak yapıldığı gibi detayların hiçbir önemi kalmayacaktır. Geriye kalan sadece bu kişinin, hayatını Allah'ın rızasına uygun bir şekilde geçirip geçirmediği olacaktır.

Kimisi de “Önemli olan ölmem değil; cenazemin nasıl olacağı. Madem ölüyorum, o zaman en mükemmel ölüm merasimi benim olsun” gibi sözlerle ölümü anlamazlıktan gelmeye çalışır. “Cenazemde şu şarkı çalsın, şu resmim herkese dağıtılsın, naaşım önce şu yerlere götürülsün, şu binalarda benim için tören yapılsın, televizyonlardan şu şekilde naklen yayınlansın” gibi detayları organize ederek, ölümün kendisini götüreceği zorlu sondan kurtulabileceğini düşünmeye çalışır. Halbuki, ne kadar ‘iman etmediğini ve ahirete inanmadığını’ söylese de, içten içe aklının bir yerlerinde ahiretin kesin bir gerçek olduğuna ve hesap günüyle karşılaşacağına ihtimal vermenin dehşet dolu korkusunu yaşamaktadır. Son anına kadar hala, dünyaya yönelik organizasyonlar yaparak kendisini rahatlatabileceğini ve bu korkuyu unutabileceğini sanır. Ama en ufak bir faydası olmaz.

Buraya kadar birkaç örnekle anlatılan bu insan karakterlerine, hemen her gün, hem de dünyanın her yerinde rastlamak mümkündür. Cehennem ise, Allah'a ibadette büyüklük gösteren bu tür insanların buluşma yeri olacaktır.

Ayrıca Allah, adamlık dinine son noktasına kadar kendini kaptıran bu insanları da, -Allah'ı tenzih ederiz- onların cesaret dolu sözlerini ve tavırlarını da belirli hikmetlerle yaratmaktadır. Bunlardan en önemlilerinden biri, ‘müminlerin imanını artıracak ibret vesileleri’ olmalarıdır. Allah, kendisine büyük bir sevgi, samimiyet ve saygı ile bağlı olan kullarınına, imansızlığın korkunçluğunu anlayabilecekleri böyle örnekler göstermektedir. Müminler de, bu olayları ve insanları Kuran gözüyle değerlendirip daha da şuurlu, daha da şevkli, daha da derin imanlı kimseler haline gelmektedirler.

Allah Kuran'da adamlık dinini yaşayan bu kişileri, henüz dünyada vakitleri varken iman etmeleri için şu şekilde uyarmıştır:

Allah'tan, geri çevrilmesi olmayan bir gün gelmeden evvel, Rabbiniz'e icabet edin. O gün, sizin için ne sığınılacak bir yer var, ne sizin için inkar (etmeye bir imkan). (Şura Suresi, 47)

Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbiniz'e yönelip-dönün ve O'na teslim olun. Sonra size yardım edilmez. Rabbiniz'den, size indirilenin en güzeline uyun; siz hiç şuurunda değilken, azap apansız size gelip çatmadan evvel.(Zümer Suresi, 54-55)

Allah'a iman etmemede gösterdikleri kararlılık ile tüm dünyada ibret vesilesi olan bu insanların ahiretteki pişmanlık dolu sözleri ise, Kuran'da şöyle ifade edilmiştir:

Gerçekten Biz sizi yakın bir azab ile uyardık. Kişinin kendi ellerinin önceden takdim ettiklerine bakacağı gün, kafir olan da: "Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim" diyecek.(Nebe Suresi, 40)

Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz'in ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık."(Enam Suresi, 27)

Ve derler ki: "Eğer dinlemiş olsaydık ya da akıl etmiş olsaydık, şu çılgınca yanan ateşin halkı arasında olmayacaktık."(Mülk Suresi, 10)

Der ki: "Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim." (Fecr Suresi, 24)

"... Keşke Rabbime hiç kimseyi ortak koşmasaydım."(Kehf Suresi, 42)

"... Ah keşke, elçiyle birlikte bir yol edinmiş olsaydım,"(Furkan Suresi, 27)